...
Başlık : CEVİZ AĞACI
Yazar :       Murat Fatih Ülkü

“Evet, ben geldim yine, ne yapayım, dertliyim. Diyeceksin ‘hep dertliyken geliyorsun, bir de neşeliyken gel.’. Haklısın, biliyorum. İnsan evladı işte, nankörlük, bencillik var mayasında. Ama sen alıyorsun, sana anlatınca atıyorum içimdeki sıkıntıyı. Sonra sen o sıkıntıyı ne yapıyorsun, bilmiyorum. Onun da sıkıntıları vardır diyorum bazen, dile gelebilse de anlatsa. Ha, anlatsan, anlatabilsen sıkıntılarını, bu kadar yakın davranır mıyım, vallahi onu da bilmiyorum. Dedim ya, insanoğlu işte, çiğ süt emmiş.

              Bu gövdendeki çizgiler var ya; hep artıyor, hep genişliyor, hep uzuyor, hep kalınlaşıyor. Sanki ben anlatınca da çizgilerin artıyor, bir parçam sana ekleniyor gibi geliyor. Biliyorum, köyden gelip, başka anlatanlar da var. Onların da çizgileri var üzerinde. Bir de sana anlatanlara ‘deli’ diyen akıllılar var köyde. Doğru ya onlar akıllı, biz deliyiz. Ya sen…

              Neyse, vakit dar, ben anlatayım derdimi, sen bir çare bul. Es, gürle, sallan, dök yapraklarını, bul bir çözüm. Benim oğlan. Buraya gelip senle konuştuğumu bilse, ne der, bir şey demez, saygılı oğlandır, ama için için kim bilir ne der? Belki de anlar, ama nereden bileyim, o kadar yakın tanımıyorum ki oğlumu, koca adam oldu, bugüne kadar sevdalandı mı, gittiği yerlerde, okulda başına bir dert geldi mi, efkarlandı mı onu da bilmem, soramam. Babayım ya, ayıp olur. Dur kızma, hiddetlenme öyle, biz öyle gördük, öyle büyüdük, babalar öyle pek sevmez çocuklarını, ciddi, asık suratlı olurlar, yoksa şımarır çocuklar, bazen diyorum ‘ulen, bırak şımarsın çocuklar, biz şımarmadık da çok mu iyi oldu?’ Neyse, işte bizim oğlan bitirdi Enstitü’yü, biliyorsun, döndü köye. Tabi gururlanıyorum, biraz, oğlum koca Enstitü’yü bitirdi ya, kahvede falan havam değişti biraz. Gerçi Enstitü düşmanı da çok, adını değiştirmiş, kapatmış hükümet, çok anlattım sana, anımsarsın. Neyse, bizim oğlan da içlerinde, birkaç delikanlı dert etmişler kendilerine, köye su getireceklermiş, çeşmeye gelen suyu, öyle derme çatma tahtalarla örtülmüş oyuklardan değil de boruların içinden getireceklermiş. Hem de hangi parayla, köylüden minare tamiri için toplanan parayla, ben köy katibiyim ya bana geldiler, benim aklıma yattı, muhtara gittiler, köylüyü ikna etmeye çalışıyorlar şimdi.

              Aklıma yattı, yatmasına da, akşamına uykum kaçtı. Bir sinir bastı her yanımı, ne güzel temiz su içeceğiz ama, minare işi kalacak, buna kızacak çok olur bizim köyde, hem de ne kızmak, bizim oğlan da genç, anlamaz, ikna etmeye çalışır bunları; bunlar ikna olmaz, bilmez, bilemez, nerden bilsin? Bilir, bilmesine de, şimdi öyle inanıyor ki kendine, düşüncelerine, yanındakiler de öyle. Ah oğlum, bu iş başka, asırlardan gelme. Sonra başına iş alacak, o almasa, o yarın tayin olup gidecek, bana kalacak arkası. “Senin dinsiz oğlan aşağı”, “senin gomünist oğlan yukarı”. Zaten şimdi bile az çok öyle kabul edenler var. Ben bu yaşımdan sonra köyde şöyle huzurlu dolaşamayacak mıyım? Ama oğlan, arkadaşları da haklı. Sabahına açılacak oldum oğlana, baba, “Gönenliler Enstitü açılırken ‘namaz her yerde kılınır’ diyerek  camiyi vermişler baba, bizim köyümüz Gönen kadar olamayacak mı?” demesin mi?”

              Ya sallama dallarını öyle, tozların geliyor üstüme başıma. Tamam, haklısın ‘insan, oğlunun arkasında durmaz mı?’ diyorsun. Ne yapayım, bir çıkış bulamadım, geldim yanına, sen ver aklı. Yok, yok senin niyetini bilirim ben. Sen oğlandan yana çıkarsın, benim başımı derde sokarsın.

              Hepsinin başı parasızlık aslında. Şöyle bolluk para olsa, hem minare onarılsa, hem su işini çözsek, yok işte. Neyse, sen sinirlendin iyice, ben gideyim artık, bizim oğlan sever kuru inciri, hem onu vereyim, hem bu işin olmayacağını usulünce anlatayım. Biraz laf sokmayı sever, inceburgu derim ben ona, ama göğsü acımalıdır bizimki, biraz üstelersem, kıyamaz, kırmaz babasını. Senin kısmetine de şu kurtlanmış olanı düştü, faydadır sana. Hadi kal sağlıcakla…”

              ********************

              “Ya, kırılıyorum bak artık ama, beni görür görmez asılıyor suratın; ‘benim suratım var mı?’ deme sakın, var var olmaz mı, ben daha uzaktan görüyorum senin sıfatını, kimse görmez bu köyde, ama ben görürüm, anam senin gölgende emzirmiş beni bir kez, senin altında da oturulmaz ya, bana yaramış senin gölgende emdiğim süt. Tamam, tamam ‘kısa kes, konuya gel’ sallanışının farkındayım. Bu gidişle aramız bozulacak, ben gelmez olacağım, o zaman ne yapacaksın bakalım.

              Köyde bir iş çıktı başımıza sorma. Köy katibi Molla Hüseyin’in oğlunu bilirsin, işte o gitti Enstitü’ye, geldi bir kibir her tarafında; sanki dünyayı o değiştirecek, tek derdi eski köye yeni adet, onun gibi birkaç yeni yetme daha var, bizim buradaki düzenimizi bozacaklar. Ama bu işler hep o Molla Hüseyin’in başının altında çıkma bilirim ben, onun kafası da bozuktur, çarpıktır, çocuklarını Kuran kursuna bile göndermezdi, eski yazı bildiği yetmiyormuş gibi, yemedi içmedi acelesi varmış gibi o zamanlar, hemen yeni yazı öğrendi.

              Şimdi bu Molla’nın oğlu ve arkadaşlarının ağzında aynı lakırdı, ‘köyün minare tamiri için toplanan parasını, çeşmeye gelen suyu borularla getirmek için harcayacakmışız, peki ‘minare ne olacak?’ diyorsun, ‘onu sonra yaparız, su acil’ diyorlar. Ulen, minareden acil iş mi olur, su hep böyle geliyor işte, ölen yok, kalan yok, mis gibi içiyoruz suyu işte. Yok efendim suya hayvan artıkları karışıyormuş da, toz toprak giriyormuş da, açık yerde çamaşırını yıkayan varmış da. Mış, mış, mış. Ulen biz minaremizi tamir ettirelim, yüce Allah’a duamızı güzel, yakışır okuyalım da; bunların hepsi çözülür. Ama anlatamazsın bu gözü dönmüş dinsiz yeni yetmelere, Enstitü mezunu bunlar zaten, ne oldukları belli, lanet yerler olmasa devletimiz, cennet mekan Başbakanımız kapatmazdı bunları. Daha ne terbiyesiz işler oluyormuş orada bir bilsen, benim söylemeye dilim varmaz. Anlattım sana da ya. Tuvaletlerde hamile kızlar, kızlı erkekli kalmalar. Tövbe, tövbe, kapandı gitti de kurtulduk şu gomünist yuvalarından.

              Dur, dur aniden başıma bir ağrı girdi ki, sen yaptın değil mi? Altında oturulmaz senin, ne demeye gelip sana dert yanıyorum ki zaten? Altı üstü kütük değil misin işte, en fazla ocakta yanmaya yararsın. Dur, dur, kalma kusura hiddetlendim de biraz ne dediğimi bilmiyorum, sen bizim atamız yadigarısın, kıymetlimizsin. Ama nasıl sinirlenmeyeyim söyle, başımıza ne geliyorsa bu dinsizlikten gelmiyor mu? Niye gevrek gevrek gülümsüyorsun öyle, tamam ben de günahsız değilim ama; tövbe ediyorum ben, böyle göz göre göre Allah’ın evine sırtımı dönmem ki.

              Yok, yok sen çok celallendin, en iyisi ben gideyim, sonra yine gelirim. Akılları varsa, bu işin peşini bırakırlar da, köyde huzurumuz bozulmaz. Hadi hadi…”

              *****************

              “Köy hararetli, tek konumuz var bir süredir, caminin minaresini onaracaktık, bir laf dolaşıyor, minare için toplanan parayla köye gelen suyu borularla taşıyalım, önce ‘ne güzel’ dedim, ama Allah’tan içimden dedim. Sonra baktım işin aslına, sessiz durmak daha iyi, bu suyu borularla taşımayı istemeyen çok, ayrık otu gibi farklı ses çıkarmaya gerek yok, köyümüzün bizden büyükleri var, ön teker-arka teker meselesi bilirsin, madem köyde ‘minare için toplanan para minare için harcanır’ deniyor, biz de öyle diyeceğiz. İyi de olurdu aslında tertemiz su içerdik, çoluk-çocuk hastalık kapacak korkumuz da olmazdı, ama neyse kısmet değilmiş, boşuna dememişler, ‘kısmetten fazlası olmaz’ diye. Beni dinlemiyorsun, aklın başka yerde sanki, söylediklerim uzak mı düştü sana, ne edeceksin senin kadar cesur değilim ki ben, böyle bir yere yerleşmek, kök salmak, her babayiğidin harcı değil. Aynı yerde çok durmak, bir de çok laf boğar beni, yürüyeceğim ben, yapılacak bir iş yoksa, nereye gittiğimi bilmeden yürürüm, yoksa nefes alamam, bak ne çok konuştum, ağzım kurudu, gidip şu köyün suyundan bir içeyim, gelirim gelirim yine, o zaman bu kadar konuşmam, hoşça kal…”

              *****

              İçindeki çalkantıları yansıtmamak için büyük çaba harcıyor, sık sık ceviz ağacının altına gidip, hiç konuşmadan oturuyordu, dilinden anlayanlar yaklaşsa ceviz ağacının konuşmak istediğini, ama bir türlü doğru sözü bulup lafa başlamadığını görebilirdi. Ceviz ağacının altından kalkıp, eve dönerken onu görenler biraz bitkinleşmiş buluyorlardı, herkes ceviz ağacının altında oturmasına sebep buluyordu, babası dahil. Yok, yok babası anlamıştır gerçek nedenini, ama ‘oturulmaz işte ceviz ağacının altında.’ O zamanı iyice daralmış günlerde, hava epeyce de ısırmaya başlamışken, elinde artık beyazlığı kalmamış bir mendil ile terini silerken şaşıran var mıydı bilinmez, ama o ayrılırken köyden, ceviz ağacının altında birikenleri sırtında taşıdığını hissediyordu.   

 

                                                                                                                         

Sayfa : 11