...
Başlık : BİR ÇİFT KAHVERENGİ AYAKKABI
Yazar : Sami Aydoğan

     Bir tur atıp balkonlarında renk renk T-şörtlerin, şortların asılı olduğu en yakın pansiyonları taradı, erken kalkan pansiyon sahiplerinden boş bir odaları olup olmadığını sordu. İlk soruları “Yalnız mısınız?” oldu. “Üç kişilik bir aileyiz, küçük de olsa bir oda yeter bize.”
     -Yok beyefendi, hiç boş oda kalmadı.
Eşi ve kızının beklediği yere geri döndü.
Kızı merak içinde soruyor.
     -Baba bir yer bulamayacak mıyız?
     -Bulacağız bir tanem merak etme.
     Eşi de endişeli;
     -Son otobüse binip geri dönsek mi?
     -Yok canım bu kadar karamsar olma, buluruz bir yer. Siz karşıdaki banka oturun, ilk açılacak büfeden birer tost ve çay alın beni bekleyin, mutlaka bir yer bulurum.
     Böyle diyordu ama Salih de endişe içindeydi. Yer bulamayıp kös kös geri dönmek de çok moral bozucu olacaktı.

     Beş yaşını bitirip altıncı yaşına basmak üzere olan kızını rahatlatmaya, dudaklarının kenarında oluşmaya başlayan endişe dolu titremeyi gidermeye çalışıyor. Ağladı ağlayacak! Kızının ağlaması Salih’i çok üzer, dudaklarının ağlamaya yakın büzüşmesini, gözlerinin dolmasını görünce sarsılır. Dolu dolu bir haftalık tatil planlamışlardı, yer bulamadan dönmek moral kırıcı, beklenmeyen bir durum olurdu.

     -Biraz daha yer bakayım, çabuk dönerim.
     - Hadi kızımın şansına ara bakalım.

     Birkaç pansiyondan da benzer yanıtlar geldi. Umutsuzca bakınmaya devam ediyor. Yok, yok, yok!

     Yok sözcüğü çoğaldıkça canı sıkılmaya, endişesi büyümeye başlıyor. Nasıl olsa buluruz bir oda diye umutlanmak denize oltayı atıp balık beklemek gibi değil! Acilen bir oda bulmalı. Ya bulamazsa? “Bir oda bulabilsem, duş alıp kahvaltı yapsak ve doğru denize koşsak, yol yorgunluğumuzu da atarız, döner odaya uzun bir uyku çekeriz.” Hem yürüyor hem de tatil hayallerine devam ediyor.

     Çalıştığın kasabadan önce Ankara’ya gel, kayınvalidenin evinde birkaç gün kal, bulabildiğin bir otobüsle gece yolculuğu yap, yol sersemliğiyle bu sahil yöresine ulaş ve açıkta kal! Daha önce de gelmişlerdi ve hiç açıkta kalmamışlardı. Canı sıkıldıkça sıkılıyor, daha hızlı yürüyor. Oda sorduğu bir pansiyon sahibi “Beyefendi, şu koca binayı görüyor musunuz? O binanın önünden sağa dön, yüz metre kadar yürüdükten sonra sola dön, ağaçların arasında bir ev göreceksin, onlar bir odalarını verebilirler. Yoksa sahile yakın pansiyonlarda oda bulamazsınız. Ağustosta her yer dolu olur, keşke bir telefon edip yer ayırtsaydınız. Bir de ilerdeki motele sor, onlarda yer kalmış olabilir.”
     -Çok teşekkür ederim, hemen bakacağım.

     Salih kendi kendine kızıyor. Yer ayırtmadan Ağustosun bu sıcağında eline valizleri alıp yola çıkarsan böyle açıkta kalırsın aptal kafam!

     Zaten aylarca kumbaraya para atar gibi ufak ufak biriktirip sınırlı bir bütçeyle çıkmışlar, bir de kalacak yer bulamamak! Motelde iki gün kalacak ücret yerine, idareli yemek harcamasıyla bir pansiyon düşleyerek bir haftalık tatil için çıkmışlar yola. Hatta bir iki kere dışarda yemek bile yiyebilecekler, kızlarının isteklerini karşılayıp kendi isteklerinden feragat ederek. Dönüş bileti için ayırdıkları paraya dokunamazlar.

      Bir oda bulma ümidiyle hızla tarif edilen yere yürüdü. Pansiyon sahibini kapının önündeki yaprakları sabah güneşinin vurduğu aralıklardan sızan ışık çizgileriyle bir parlayıp bir matlaşan portakal ağacının altında çay içerken buldu. Selamladı.
     -Günaydın beyefendi bir odanız var mı?
     Aynı karşılık.
     -Yalnız mısınız?
     -Üç kişiyiz; eşim küçük kızım ve ben.
     - Size yetecek küçük bir odamız var. Ancak iki yataklı.
     - Hiç önemi yok, zaten bir hafta kalacağız.
     - Böylesi daha iyi! Bir hafta sonra bir aile daha gelecek. Odayı onlara ayırmıştık.
     Güvence vermeye gerek kalmadı.
 - Acelesi yok beyefendi, alırız. Siz gidip eşinizi ve çocuğunuzu getirin.

Sözü aldıktan sonra hızla eşini ve kızını bıraktığı yere dönüyor. Açılan büfeden tost ve çay almışlar, yandaki banka oturmuş onu bekliyorlar. Sevinçli haberi veriyor. Kızının yüzü gülüyor, sağ yanağında oluşan gamzesi beliriyor, mutluluğunu yansıtan gözleri içine rahatlık veriyor, neşesi coşkuya dönüşüyor.
-Yaşasın bir yer buldu babam. Aferin baba!

Salih’i taklit ediyor. Güzel bir şey yaptığında “Aferin kızıma!” diye sevincini belirtir genellikle. Şimdi de o babasına “aferin” çekiyor! Bu tatlı, sivri, keskin dilden çekecekleri var!
     -Eh, nihayet bir oda bulabildik.

     Yüklendi valizleri; eşi de büyük bir rahatlama içinde kızının elinden tutarak yanında yürümeye başladı. Sabahın yedisinden beri pansiyon pansiyon dolaşıp, güç bela bir oda bulunca duyduğu rahatlamayı görmelisiniz! Yalnız başına olsa, yer bulamasa gider sahilde bir şezlonga uzanır birkaç saat uyur, ertesi gün yeniden bir yer aramaya başlar, ancak eşi ve çocuğuyla birlikte olunca sokakta kalma endişesinden kurtulmak doğrusu sıkıntısını gidermişti.

     Beş altı dakikalık yürüyüşle sahile vardılar. Şilteleri, içine birkaç meyve, birer peynirli sandviç, bir naylon torba içinde iki kitap ve su şişesi koydukları küçük çantayı Salih omuzladı, eşi de kızının kova ve küreğiyle havluları almıştı. Birazdan güneşlenerek okuyacaklar.

     Eşi kumun üstüne uzattıkları saz şiltenin üzerinde, güneşleniyor, Salih kuma yatmayı tercih etti. Kıpırdandıkça bedeninin şekline göre yayılan kumu hissederek güneşlenmek, gözlerini kapatıp kıyıya vuran dalganın hafif sesini dinleyerek vakit geçirmek iyi geldi. Kızı kumlarla oynuyor, denizle konuşuyor, kendi kendini oyalıyor. Çok sürmez bir arkadaş edinir, birlikte oynamaya başlar; şimdilik kendi hayalinde yaşattığı arkadaşlarıyla kumu kazıyor, küçük kovasıyla su taşıyor, hayali bahçesinde bir şeyler yetiştiriyor, ikisi de onun mırıltılarını dinleyerek güneşleniyorlar.
- Erken kalkmakla iyi ettik, iki günümüz kaldı, yarın gece dönüyoruz, bol bol yüzüp güneşlenelim.
- Tabii canım, buraya deniz ve kum keyfi çıkarmaya geldik, pansiyon odasında vakit geçirilir mi?
Sohbet ederek sahile doğru yürüyorlar. Ayla:
- Aaa şu karşıdan gelenler bizim Meltem’le Öner değil mi? Yanlarındakiler de kızları.
- Gerçekten onlar. Demek henüz geldiler, ellerinde de valizleri. İyi ki bir oda bulabilmişler.
Meltem onları gördü ve uzaktan:
- Ayla siz de mi buradasınız? diyerek hızla yanına yöneldi. Öner’le kızlar da peşinden. Ayaküstü sohbet ediyorlar.
- Biz oda bulmakta sıkıntı çektik, siz nasıl bulabildiniz Meltem?
- Yok Ayla’cığım ne odası, birisi bizi bu tarafa yönlendirdi, belki bulabilirsiniz diye, biz de yüklendik valizleri geliyoruz.
-Yani bir yer bulamadınız! Bir yere oturup oda bulunca taşısaydınız eşyalarınızı canım. Niye yüklenip geziyorsunuz.
- Ne bileyim Ayla, o tarafta bulabilirsiniz deyince sorduğumuz pansiyon sahibi biz de bir daha dönmemek için valizleri aldık geliyoruz.

Kaldıkları pansiyonu işaret ederek Öner’e:
-Öner siz gidin, Kadir beyle konuşun, yer var mı yok mu sorun. Belki bu sabah ayrılan olmuştur. Yer yoksa valizlerinizi bir köşeye yerleştirir, siz de bir oda aramaya çıkarsınız.
Meltem:
- Ayla’cığım biz kızlarla mayolarımızı sizin odada giyip denize gelsek, Öner de bir oda bulmaya çalışsa olmaz mı?
Ayla:
 - Olur, gelin benimle.

     Pansiyona geri döndüler, Ayla ile Meltem ve kızları odaya girip mayolarını giydiler, Öner de pansiyon sahibi Kadir beyle konuştu. Yer olmadığı yanıtını alınca:
-Siz sahile gidin, ben bir yer aramaya devam edeyim, bulunca valizleri yerleştirir, gelir sizi bulurum.
-Tamam, öyle yapalım. Hadi kolay gelsin.

     Çabucak mayolarını giydiler hep birlikte yeniden denize yöneldiler, Öner de başka pansiyonlara oda sormaya.

     Kızı, Özlem ile Sinem’le çabuk arkadaş oldu; zaten küçüklüğünden beri tanışıyorlar. Ancak birlikte büyümeleri çok sürmedi. 12 Eylül cuntası bir karabasan gibi çöktüğünde Salih ve eşi Ayla bozkırın ortasında bir ilçeye sürülmüştü. Beldede sürgün furyasından ilk payını alanlar onlar olmuştu, Öner’le Meltem birlikte çalıştıkları Ankara’nın o küçük beldesinde kalmışlardı. Kışın ortasında, Ocak ayında, karlı bir günde eşyalarını bir kamyona yüklemiş, önceden gidip kiraladıkları eve taşınmak üzere yola çıkmışlardı. İlçe Ankara’ya çok uzak değildi ama yollar bozuktu ve gelip gitmek zaman alıyordu. Hem kısa süreli gelişlerinde birbirlerini görmemeye çalışıyorlardı. Cuntanın karabasanı binlerce insanın tutuklanmasıyla devam ediyordu. Kitle tutuklamaları ve korkunç işkence öyküleri geliyordu kulaklara, o nedenle de çok zorunlu olmadıkça görüşmemeye çalışıyorlardı. Yine de ciddi bir durum doğduğunda birbirine haber ulaştırmaya söz vermişlerdi. Cuntacıların ne yapacağı belli olmaz, bakarsın öğretmen örgütü TÖB-DER’den de kendi kafalarında canlandırdıkları bir yasa dışı örgüt yaratır ilerici, yurtsever, devrimci, bağımsızlıkçı öğretmen örgütü üyeleri de içeri tıkmanın yollarını düşünürlerdi. Yarattılar da, yüzlerce öğretmen çeşitli nedenlerle içeri tıkıldı.

     Meltem’le çocuklar mayolarını giyerken Ayla Özlem ve Sinem için de birer peynirli sandviç hazırlayıp çantaya koymuş.

     Öğlen oldu çocuklar acıktı; deniz havası ve yol yorgunluğu acıktırmış olmalı ki mırıldanmaya başladılar. Ayla hazırlamış olduğu sandviçleri çıkardı, çocukların ellerine tutuşturdu. Meltem büyük bir mutlulukla:
- Teşekkür ederim Ayla’cığım, bizimkileri de düşünmüşsün.
- Tabii ki düşüneceğim, çocuklar çok hareketli, erken acıkıyorlar.

Denizde uzun kaldılar. Öner gitti dönemedi, galiba bir yer bulamadı. Meltem de endişe içinde:
- Ya Ayla, yer bulamazsak ne yaparız?
- Üzülme canım bir yer bulunur, biz de sıkıntı çektik bulmakta.
- Eminim Öner mutlu haberle, neşe içinde gelecektir.

     Biraz sonra Öner umutsuz bakışlarla ve yorgunluktan sallanarak güneşlendikleri alanda belirdi.
Yer yok. Sokakta kalacağız.
Ayla ile göz göze geldi Salih, kaş-göz hareketiyle birkaç sözcük konuşalım işareti verdi.
-Biz kızları da yanımıza alarak bizim odada kalalım, Öner’le sen bizimle geç vakte kadar oturduktan sonra gidip dolaşın, sahilde vakit geçirin, yarın onlara bir oda bulmaya çalışırız.
Kararı durumu tartışan arkadaşlarına anlattılar.
Meltem:
-Sizi de sıkıntıya sokuyoruz ancak bizi çocuklarla sokakta bırakmadığınız için minnettarız.

Sorunu bir biçimde çözmüş olmanın verdiği rahatlamayla pansiyona döndüler. Durumu pansiyon sahibine tüm açıklığıyla anlattılar, o da makul karşıladı. Hepsi sırayla duş aldıktan sonra iki kadın yemek hazırlığına giriştiler. Olabildiği kadar mükemmel bir akşam yemeği hazırladılar, keyifle yediler. Arkasından da demli çaylarını yudumladılar.
Ayla:
-Hadi biraz yürüyelim, sağa-sola bakarız, çocuklar da erkenden odaya kapanmamış olur.

     Çocuklar sıkıntının farkında olmadıkları için espri üstüne espri yaratıyorlar, gülüp eğleniyorlar. Önlerinden geçtikleri mağazaların parlak ışıkları altında gördükleri mankenlere nanik yapıyor, dil çıkarıyor, mankenlerin üstündeki giysileri hayali olarak çıkarıp giyinme taklitleri yapıyorlar. Onların neşesine büyükler de kahkahalarla eşlik ediyor. Bir süre yürüyüp yorulduktan sonra eşleri ve çocuklarını pansiyon odasına bırakıp sokaklarda aheste aheste yürümeye devam ettiler. Geç vakitte sahile indiler ve nöbetleşe uyuklayarak sabahı getirdiler. Perişanlığa rağmen sahilde güneşin doğuşunu izlemek mükemmeldi. Güneşin doğuşuyla çırpınan dalgalar hafifliyor, sudan yukarı atlayıp biraz öteye düşen balıklar bir başka keyif katıyordu sabaha.

     Salihlerin tatilde son günüydü, gece on bir otobüsüyle Ankara’ya döneceklerdi. Pansiyon sahibine oda ücretini öderken kaldıkları odayı ayırtan ailenin gecikeceği haberini verdi Kadir bey. Bu arkadaşlarını çok mutlu etti, kalacak bir yerleri olacaktı.

     Ayla ile birlikte valizleri topladılar. Salih ayakkabılarını koyduğu plastik torbayı valize yerleştirirken, farkında olmadan kendi keten ayakkabılarının yanında naylon torba içinde duran Öner’in ayakkabılarını da valize koydu. Bunu ancak Ankara üzerinden çalıştıkları ilçeye geçtiklerinde fark etti. Okulların açılmasına kadar da Ankara’ya dönmediler. Okulların açıldığı ilk hafta sonu Ankara’ya gittiklerinde kayın validesi:

-Sizin arkadaşlarınızdan Öner uğradı, ayakkabılarının yanlışlıkla sizin valize konmuş olduğunu, ilk fırsatta buraya bırakırsanız gelip alacağını söyledi.
- Doğru anne, bizim valize koymuşuz yanlışlıkla, bir dahaki sefere getiririz. Uğrarsa anımsattığını, getireceğimizi söylersin.
Ayla’ya döndü:
-Ne kadar kıymetliymiş bu Öner’in burnu yamulmuş, tabanı çökmüş kahverengi ayakkabıları! Taa beldeden kalk, bir saatlik yolu al, Bentderesi’nde in, Ulus’u yürüyerek geç, bir otobüs bul ve annemin mahalleye ulaş. Üstelik evde olup olmadığını bilmeden! Gidiş dönüş en azından yarım gün alır.
Ayla:
-Öyledir. Kiminin malı kiminin canı önemlidir.

Üç hafta kadar sonra Ankara’ya annelerini ziyarete gidişlerinde kendileriyle birlikte seyahate çıkmış olan ayakkabıları götürüp kayınvalideye bıraktılar. Öner de bir süre sonra uğrayıp, iki ay kadar uzak kaldığı kıymetli kahverengi ayakkabılarına kavuşmuş!

Beldede gün erken başlar, insanlar işe koşar, çocuklar okula. Fazla hay-huy yaşanmaz, sakindir ortalık. O sabah da erken kalkan Aziz öğretmen okula doğru yürürken Tahir öğretmenle karşılaştı.

-Tahir, duydun mu? Salman öğretmenin evine gece jandarma gelmiş, oğlu Arif’i alıp gitmişler.
-Yaa, demek öyle. Arif bizim Salih öğretmenle sıkı-fıkıydı. Ona da uzamasa bari kovuşturma.
-Yok canım. O kadar uzun boylu değil.
-Belli olmaz, biz Öner’i bulalım da Salih’in kayınvalidesinin evini biliyordu, gidip haber versin. Haberi olsa iyi olur.
-Okula girer girmez Öner’e bakalım. İlk saat dersi var.

Lokali geçip öğretmenler odasına girdiler, birkaç arkadaş masada notlarını kurcalıyor, Öner her zamanki rahatlığıyla pencere kenarında çayını yudumluyor. Tahir durumu kısaca Öner’e anlatıyor. Öner “Tamam” der gibi başını sallıyor.    

     Ayakkabıları için dağı taşı iki kez aşan Öner Salih’in kayınvalidesine hiç gitmedi. Olay Salih öğretmeni de kapsayacak boyutta genişledi. Yirmi yedi öğretmen, memur, çeşitli işyerlerinden emekçi aylar süren gözaltı ve tutukluluk yaşadı. Acının katmerleştiği dal’dan geçmişlerdi, Mamak çıkmazındaki feryatlar kenti sarmıştı. Aslı astarı olmayan bir ihbarın sonunda suçsuz bulunup salıverildiklerinde işlerine son verilmiş, girdikleri her kapıdan güvenlik soruşturması gerekçe gösterilerek geri dönmüşlerdi yirmi yedisi de.

   Tebeşir tutan parmaklar uzunca bir süre boya, badana, onarım, çıraklık, büfede gündelikçilik, kahvehanede çaycılık gibi akla gelecek her işi tutmak zorunda kalmıştı. Salih, işin pisi temizi olmaz, eve ekmek gitmeli, diye bulduğu her işe koşuyordu, bir otelde resepsiyon görevlisi olarak bile çalıştı bir süre.
                                            ...                    

     Salih öğretmen aylarca niteliksiz işlerde ekmek aradıktan sonra bir özel kursta saat ücretli olarak ders olanağı buldu, sigortasız, güvencesiz. Ders verebiliyorsa ücret vardı, veremiyorsa yoktu. Hiç hasta olmaması gerekiyordu, başka önemli bir işi çıkmamalıydı, ücret kesiliyordu.  Akşam kursundan saat 9:00’da çıkıp, derste konuşmaktan sesi kısılmış, ağzını açacak hali kalmamış, otobüsle eve giderken birkaç adım ilerde Naim’i gördü. Naim hem Salih öğretmenin hem de Öner öğretmenin ortak dostlarıydı. Naim yolcular arasından başını uzatarak selam verdi. Salih öğretmen peşinde dolaşan gölgenin Naim’e zarar verebileceği hesabıyla görmezliğe vurdu, karşılık vermedi.

     Her durakta insanlar iniyor, birkaç kişi biniyor, azalan insan kalabalığı arasından Naim ısrarla Salih’e “beni tanımadın mı?” diye sorar gibi gözlerinin içine bakıyor. Tanımaz mı Salih yıllardır bildiği Naim’i? Ancak ona da bir zarar gelsin istemiyor, sabit bakışının altında eziliyor, başını başka tarafa çeviriyor, ısrarla tanımazlıktan geliyor. İneceği durak yaklaştıkça Salih ne yapsam da Naim’e karşılık vermesem diye düşünüyor. “Üff ya, Naim nereden çıktın şimdi? Ya arkamdaki gölge seninle konuştuğumu fark ederse? Peşine takılırsa! Git evine akşam, akşam. Zaten yoruldum, durakta ineceğim ve bir daha karşılaşmamayı dilerim.” Salih sıkıntı içinde terliyor. Otobüs puflayarak, fren sesleri çıkararak yavaşladı, durakta durdu, kapı açıldı, Salih indi. Arka kapıdan hızla uzaklaşırken birisinin daha son anda kapıdan dışarıya atladığını fark etti “Tamam, gölgem beni eve kadar izleyecek, izlesin bakalım.” Otobüs hareket etti, Salih yolun karşısına geçmek üzere kaldırımın kenarında durdu, göz ucuyla inene baktı, ne görsün, arkasından inen Naim’di. Gölge kaybolmuştu veya kendisi izlendiği vehmine kapılmıştı. Naim “Salih, bekle.”

     Salih o yana döndüğünde Naim “Beni tanımadın mı dostum? Neden tanımamış gibi davranıyorsun?” “Tanıdım Naim, tanımasına da, arkamda beni izleyen gölge olduğu endişesiyle tanış çıkmamaya, selam vermemeye çalışıyordum.”

     Karşılaşmış olmaktan mutlu olduğunu söze döktü Naim. Üzüntüsünü dile getirdi. Geçmek bilmeyen ayların, yaşadıklarının farkındaydı. İnce çıkan sesinden, ısrarından belliydi. Samimiyetinden kuşkusu yoktu Naim’in; hep dürüst tavırlarıyla, açık sözüyle tanımıştı.

     Salih’in indiği duraktan bir durak sonrasında, bulvara açılan bir sokağın çatı katında kiralık bir daire bulmuş Naim. Bir yıldır aynı mahallede oturuyormuş eşi, kızı ve oğluyla. Aynı mahallede oturuyormuşlar da o güne kadar karşılaşmamışlar! “Seni gördükten sonra bir daha bırakmam. Dostluğumuz devam ediyor. Bu pazar saat dörtte senin de tanıdığın birkaç arkadaş, eşleri ve çocuklarıyla birlikte bizde buluşacağız. Ayla ile seni de bekliyorum, mutlaka gel, kızını unutma. Atlatma, kırılırım.” Adreslerini karşılıklı verdiler, ayrıldılar.

     Pazar günü belirlenen saatte zili çaldıklarında kızı Neşe açmıştı kapıyı. “Baba Salih amcamlar geldi.” Naim’le eşi Ayşe koştular ve büyük bir neşeyle karşıladılar. Buyur ettiler. Ayakkabılarını çıkarırken Öner’in gevrek gevrek konuşması geliyordu oturdukları masadan. Tanıdı Öner’i sesinden. Ayla’yla Salih masaya yaklaştıklarında Öner ayağa kalkıp elini uzattı “Merhaba Salih, hoş geldin. Geçmiş olsun, çıktığını duymuştum.” “Teşekkür ederim, geçti, biraz acı da olsa geçti.” “Eee, otur şöyle, anlat bakalım cehennemde neler yaşadın?” “Anlatacak pek bir şey yok, siz de fısıltı gazetesinden duydunuz vahşeti. Arkadaşların hiç birinin haberi olmamış olaydan, bana haber veren olmadı. Olsaydı, çeker giderdim, bu kadar acıyı, bunca sıkıntıyı yaşamazdım.” “Salih alınma, gerçekten fırsat olmadı sana haber ulaştıracak.” “Bilmez miyim Öner, kiminin ayakkabısı, kiminin yaşamı. Bazen bir çift ayakkabı bir ailenin geçirdiği sarsıntıdan, kırılan bir yaşamdan daha önemli olabiliyor. Yaşam böyle işte! Anlamak zor.” Buz gibi bir hava esti Öner’in yüzünde. Naim de masadaki diğer arkadaşlar da ne olduğunu anlamamış, aralarında bir şey geçtiğini, bir soğukluğun estiğini hissetmişlerdi, ortamı yumuşatmaya çalıştılar.
     Salih:
“Neyse canım, buraya seminere gelmedik, yemek yiyip sohbet edeceğiz.”
     Naim’in oğlu küçük Metin’e döndü Salih “Metin, koskocaman abi olmuşsun görmeyeli.” Metin aşağıdan yukarıya doğru ela gözlerini kaldırdı, her karşılaştıklarında yaptığı gibi Salih amcasının üstüne atladı.
     Salih birkaç kez daha karşılaşsa da Öner’le aralarındaki buzlar hiç erimedi.
 

                                                                                 1985. Güz.

 

    

 

 


 

 

Sayfa : 8