...
Başlık : BEYAZ TEBEŞİR
Yazar : Emine Aydoğdu

Kara tahtanın önünde, yanımdaydı. Benden bir beyaz tebeşir uzaklığında dimdik duruyordu. “Akşam Baraka’ya gelsene,” dedi ve gitti. Giderken söylediği son cümleydi. Bakışları, gözlerimden geçerek öğretmenin masasına, yarı açık pencereye, bahçedeki Atatürk büstünün yanına, buluştuğumuz otobüs durağının oturağına yansıdı. Aynı hızla bir ışık demetine dönüşüp, toprağı eşeleyen beyaz kedinin patilerinde kayboldu.

Baraka’ya gitmek için yola çıktım. Kalbimin sebepli sebepsiz kırılmaları beni yolunmadan alıkoymadı. Yola çıkmak, kucaklaşmayı barındırdığı gibi vedayı ve yası da içerir. Acı çekersin, gülersin, güldürürsün, acı çektirirsin. Koca bir dünyanın içinde sayısız duyguyla gezinip durursun. Dönüşünde, giderken tanıdığın sen olarak dönmezsin. Artık başka bir sen olarak bakıyorsundur, dünyaya.

Baraka’ya yaklaşınca, aydan süzülen ferahlık ve umut hissi, etrafımı bir halka gibi sardı. Yan yana oturduk. Sular iyice kabarmıştı. Kıyıya coşkuyla vuran dalgaların anlatacağı çok masal vardı. Yeryüzü, gezindiğimiz toprak olsa da bizim asıl evimiz, masallardı. Biz, bizi masallarda var ediyorduk. Aramızda gizli saklı hiçbir şey yoktu. Birbirimizin zihninin içinde dolaşabiliyorduk. Birlikte güldüğümüz anlarda bunu daha derinden hissedebiliyorduk. Toprağa uzandık. Bütün dünya etrafımızda dönüyordu. Konuşmuyorduk. Kendimizi toprağa bırakmıştık. O ne isterse ikimiz de yapmaya meyilliydik.

Elindeki beyaz tebeşiri gösterdi. Yine birlikte güldük. Biz güldükçe, kıyıyı yalayan dalgalar coşkuyla yükseliyor; biz sustukça kırılıyordu. Bir çocukluk düşünde bir masalın içinde sessizce yürüyorduk.

Yükselip inen bedenlerimiz dalgaların denizde kaybolması gibi toprakta kayboluyordu. Eriyip gidiyorduk. Var olmaya ihtiyaç duymayıncaya değin erimeye devam ediyorduk. Gökyüzü çöl sessizliğine bürünmüştü. Doğa bizi gizli bahçesine coşkuyla kabul etmişti. Zaman geride kalmış ve biz özgür olmuştuk.

Masalın içinde yürürken çok uzaklara gittiğimizi fark ettim. Geri dönelim dedim. O, omuz silkti. “Korkma,” dedi. Endişelendim. Korkuyordum. Telkini, korkumu iyice arttırdı. Bu fırtınayı nasıl atlatacağımızı düşünmeden edemiyordum.

Bakışları dolaysız ve netti: “Çıkılan yolu bitirmek gerek. Bitmeyen yolun sonu olmaz.  Öğretilenlerden vazgeç, sıyrıl, kop ve yürü. Aslolan bizim yarattıklarımız. Biz, birbirimize söz verdik. Yaşamı arkamızda bırakacaktık. Başını kaldır, süzülen bulutlara, güneşin ilk ışıklarına bak. İçine doldur onları. Gitmeliyiz.”

Sessizliğim ürkütücüydü.

“Doğanın anarşisine bir katkıda bulunalım. Evrenin varoluşunda ve tekinsizliğinde yaşamak bir masaldan ibaret. Biz o masalın gençlik evresindeyiz. Bunu unutma.”

Uçurumdan aşağı bakarken, sesi kulaklarımda çınlıyordu.

Sözleştiğimiz zamanı düşündüm. Uzak bir geçmişte kalmış gibiydi. O geçmişin bir gün geleceğini hep öteledim. Dalgalara baktım. Hala anlatacakları şeyler vardı. Yan yana ve el el eleydik. Uçurumun kenarında varlığımızı rüzgâra bırakmıştık. Öne doğru bir adım attık. Nefesim kesilir gibi oldu. Usulca elimi bıraktı. Beyaz tebeşir yere düştü. Eğilip almak istedim. Parmaklarım hareket etmedi. Zihnim gibi bedenim de dağılıyordu. Yaşamın mı, ölümün mü, içimde gezindiğini kestiremiyordum?... Soluklandım. Sustum. Bekledim.

Son cümleyi bu kez ben söyledim: “İlk adımı ben atacağım.” Elimden tuttu: “Birlikte,” dedi.

 

 

Sayfa : 10