...
Başlık : BEBEK PATİKLERİ 
Yazar : Yusuf Yağdıran

Günümüz yazınının en önemli sorunu, kuram üzerine düşünen ve yazan eleştirmen/yazar sayısının azlığı. Her gün onlarca yazar/yapıt boy gösteriyor; ama bu eylemselliği sezgiden öte tanımlayabilen yok. Plastik sanatlar için akademilerin, sahne sanatları için konservatuvarların kuram öğrenme ve uygulama alanı olduğu bilindik. Peki, yazın için böyle bir zeminden söz edebilir miyiz? Akla gelen ilk yerleri sıralayalım: edebiyat fakülteleri, filoloji enstitüleri, yazın atölyeleri(daha çok yeni ve ne yazık ki tecime oldukça elverişli)… Hiçbiri bu işlevin gereğini tam anlamıyla yerine getiremiyor. Bu yükün altından kalkmak, yine yazın emekçilerine kalıyor.

Şair/yazar Aydın Şimşek, kapısında – sürekli - Şair Çalışıyoryazan bir yazın emekçisi. Çağdaş Türkçe şiirin ustaları arasında yerini alırken şiir disiplinin tüm kazanımlarını metinlerarası çalışmalara da aktarmayı başarıyor. Sekiz kitaplık şiir toplamına eklediği kuramsal çalışmalarını, susmayı örgütleyen şiirleri gibi doğru yerden okumak ve anlamak gerekiyor. Eski söyleyişle ‘kıymeti kendinden menkul’ bunca laf ebesinin içinde, durmaksızın çalışan ve üreten ender insanlardan. Son yapıtı “Bebek Patikleri”, çağını okuyabilen ve zamanın ruhunu tanımlayabilen önemli bir söz atlası. Kısa öykü olarak adlandırılan, ele avuca sığmaz yeni bir anlatı türünün çözümlemesi. Olayların ve imgelerin hızına yetişmenin olanaksızlaştığı, her şeyin kendi alanına kapandığı ve kendisi için amaç olmaktan öteye geçemediği günümüzde, klasik anlatının yerini alan bir tür, söz konusu olan. Hızın önerdiği ya da küreselleşmenin geçerli saydığı şeye aynı hızla saldıran bir virüs.

Yapıta kısa öykünün tarihsel ve sosyal öncülüne değinerek başlayan yazar, konuyu iki ana bölümde ele alıyor. ‘Siyasal Tarih Sürecinde Sanat ve İktidar’(Ekim 2000 – Ümit Yayıncılık) yapıtıyla başlattığı;  ‘Estetik ve Mücadele Estetiği’(2006 – İlya Yayınevi) ve ‘Yaratıcı Yazarlık ve Deneysel Düşünme’( Ekim 2009 – Kanguru Yayınları)adlı yapıtlarıyla sürdürdüğü taşları ayıklama işine kaldığı yerden devam ediyor. Birinci bölümde modern zamanın yansıması klasik anlatı irdeleniyor. Sözlü anlatım geleneğinden beri süregelen bu ‘bilinmeyen bilinen’ gözler önüne seriliyor. Veri toplamayı besleyen algılama/anımsama ve seçim yapma gibi bildik alt çalışmalara, çoğumuzun metnin parçası değilmiş gibi adını dahi anmadığımız ‘başlama/ilk tümceyi kurma’ çalışması(esini değil) ekleniyor. Bu yolla okur/yazar, olgunlaşmamış bir başlama tümcesinin yol açabileceği çıkmazla yüzleştiriliyor. Öykünün genel anatomisini çizen giriş, gelişme, zirve ve sonuç dizgesinin, yazarın aklıyla metnin aklının bir arada iş yapabilmesi halinde yapılanabileceği dile getiriliyor. Yatay ve dikey yapılı metinler arasındaki temel ayrımın, gerçekliğin ele alınış şekli olduğuna; bu biçemin, yazarın yolunu da belirlediğine dikkat çekiliyor. Bu tür anlatılarda, bütüncül etki yaratabilmenin yolu olarak da aynı töze işaret ediliyor: “Yazar metnini bilgisiyle, aklıyla, psikolojisiyle, gözlemleriyle, deneyimleriyle, sezgileriyle, tiniyle, teniyle yazar. Yani hem kendisi olarak hem de kendisinde gizliden ya da açıktan sürmekte olan ötekilerle yazar.” Kişilik yaratmadan izlek belirlemeye, yapıtın tüm unsurlarında, yazarın metin üzerindeki iradesine değinilirken, metnin yönlendirici sesi de özellikle vurgulanıyor. Kısacası, çoğumuzun bir tema etrafında birleşen yer, zaman, kişiler ve olay örgüsü bütünü olarak algıladığımız klasik anlatı, görmediğimiz(ya da atladığımız) yönleriyle çözümleniyor. Tema ile izlek arasındaki o önemli farkın(yanlış öğretilegelmiştir) ve metnin içerik zamanıyla ruhsal zamanı arasındaki ilişkinin ele alındığı bölümlerin özellikle okunması gerekiyor.

Yapıtının ikinci ana bölümünü kısa öyküye ayıran Aydın Şimşek, dolaysız olarak biçime yansıyan bir içerikten söz ederek başlıyor bu kısma. Modern dönemle birlikte parçalanan toplumsal yaşamın ve tüm alanlarda görülen hızlanmanın doğal bir sonucu olarak ele alıyor türü. Hala kalıcı bir kısa öykü tanımının olmadığına dikkat çeken yazar, Edgar Allen Poe’nin “konu”yu, Katherina Anne Porter’in ise “biçem”i öncelediğini belirterek farklı bakış açılarına ışık tutuyor. J. E. Miller’in bu iki kısa öykücü arasındaki olası(düşsel) bir konuşma temelinde araladığı kapıdan içeri giriyor. Tam da bu noktada yapıtın başında rastladığımız alıntıyı anımsıyoruz. Saint-Exuperry’nin kusursuzluk olarak tanımladığı, çıkaracak bir şeyin kalmaması durumunun, günümüz kısa öykülerinin ortak dayanağı olduğu anlaşılıyor. Nedensellik, indirgenemezlik, yoğunluk, derinlik, şifrelenmiş olma gibi kavramların da bu ortak bağlamın bileşenleri olduğu gözleniyor. 

Yapıtın sonuna eklenmiş olan ‘Öykü ve Kısa Öykü İçin Ne Söylediler’ başlıklı kısımda, türün tanımlanagelmiş hallerini okurla paylaşan yazar(Ferit Edgü’den alınan metnin özellikle ve layıkınca okunması gerekiyor), asıl işi, hemen hiçbirinin yapmadığı/başat kılmadığı bir noktadan hareket ederek yapıyor: YABANCILAŞMA. Kısa anlatının diğer gerçekçi türlerden ayrılan en belirgin özelliğinin, gerçekliği mülk edinmemesi olduğunu söylüyor. Gerçeğin kendisinin gerçeküstü olduğunu söyleyen Bertolt Brecht’i anımsıyoruz bu kez de. Kısa öykünün tözü, modernizme bir başkaldırı olarak çiziliyor. Klasik anlatıda olayları bütünlüğe taşıyan poetik-estetik yapıya, yani modernizmle oluşmuş sağduyuya, toplumsal ahlaka, sosyal alışkanlıklara, yönetsel ve biçimlendirici güçlere, yerleşik tutumlara savaş açan bir nedensellik vurgulanıyor. Sonuç olarak; günümüzde kısa öykünün/anlatının öne çıkmasına iki temel nedenden yaklaşabileceğimize işaret ediliyor. İlki klasik öykünün dili ve içeriğiyle günümüz insanının beklentilerine yeterince karşılık verememesi; ikincisi, dilin yerleşik kullanımına ve kurallarına başkaldırma ihtiyacı. Kısacası; okuru kendi diliyle düşünmeye sevk eden, şaşkınlığa uğratan ve eyleme davet eden tavrıyla kısa öykü, devrimci bir özellik sergiliyor. Hız karşısında, karşıt bir hız üretiyor. Zaman ve mekan da dahil olmak üzere, dizgesel/mantıksal her yapıyı hızla terk ediyor. Akıl önceliğini sezgiye, bilinçaltına ve olasılıklara bırakıyor. Einstein’in diyalektiği bilimsel bir teoriye dönüştürerek yıktığı dizgeye, aynı yöntemle saldırıyor: Zaman cisimle, cisim zamanla; mekan hareketle, hareket mekanla vardır. Bu denli aykırı/radikal bir eylemi tanımlama zorluğu düşünüldüğünde, Aydın Şimşek’in kısa öyküye biçtiği don kusursuzlaşıyor: “Klasik bir öykü mutlak iktidarın, yerleşik ahlak kurallarının ve otoritenin insan bedeni ve ruhu üzerindeki olumsuz etkilerini tüm tarihsel nedenleriyle anlatırken, kısa öykü sokağın köşesindeki benzin istasyonunu havaya uçurmayı önerir. ” Gerçekten de aradaki fark, bir Coen Kardeşler filmi kadar radikaldir.

Cüretim hoş görülürse(ki ancak cüret eden yazarın söze yetebileceğini bu yapıtında da vurguluyor Aydın Şimşek) bir tümce de ben ekleyeceğim “ne söylediler” kısmına. “Kuantum mekaniğinin dilsel kodlamasıdır kısa öykü.”

Son sözün söylenen her şeyi içermesi ve bir sonuca bağlaması gerekir elbet. Neyse ki bunun için de bir yol gösteriyor bize ‘Bebek Patikleri’: “Yaşadığımız evren tam da bunlardan kurulmuş değil mi?”

 

KAYNAK:

 Aydın Şimşek, Bebek Patikleri, Kanguru Yayınları, Basım: Ocak 2011

  

 

  

 

 

 

 

 

 

 

Sayfa : 8