...
Başlık : SOKAKLARIN İZİ... OYUNLAR
Yazar : Hasan Sertkaya

(Sahipsiz monologlar)
                                               (Devinim kendi içinde donmuştur.)

     Akordun esneyen sesi ve çıplak ayaklar; aşkın en kalleş çağı, çürüyen nar ve uyanmaya çalışan sokakların ayak bileklerini birbirine bağlayan maviş boncuklarla bezeli halhal…
Uyanın ey kuşlar, sarın kanatlarınızdaki ıslığı
sahte ışıklarıyla kandırmasın sizi bulvarlar.

     Sisten çıkanlar: Bulutlarla yapılan devr-i alem. Çöpe atılmış çinko çaydanlığa vurulan taşla, içindeki çınn sesinin kırılmasıyla, cin sesiyle, sel olup coşan çocukluk. Yıldızlarla oynanan körebeler, elim sendeler, sobeler, sobeler, sobeler… Doğanın içinde doğan, çoğalan çocukluk. Kırkikindi yağmurlarıyla yıkanan, ardından çıkan güneşe soyunan, üç tekerlekli bisiklet ve altıpatlarla kendinde oluşan iktidarın farkına varan, farkına vardığı anda yıkan ve üleşmeyi öğrenen çocukluk, sisten geriye kalan çiy damlalarının fanusunda ayartır kendini.

                      Soyutlanan can /// Perde aralanır

                                           (aradaki boşluktan hiçlik girer içeri.)

Soğuğa yakın bir serinlik dolaşır salondaki koltukları

sırıtır düşüncelerdeki sarkıtlar.

     Sayıklamalar, her koltuğun altından fısıltı halinde başlar ve son bölüme kadar yükselir ses. Son bölüm çığlıktır. Sesin gücüne dayanamaz iskeletler!..

Monolog:

     Suç ve günah çoğaltır varlığını tanrılara inat ve akışını değiştirir nehirlerin, ki erk en güçlü göründüğü anda güçsüzdür orada. Suç ve günah aynı yumurta ikizi ve olanca görkemiyle süzer içimizi. Aşktan alır soluğunu, üfler içimizde donmuş, dondurulmuş her şeye.                 

     Giriyor aynanın içine. Uzun yolculuk, uzun ışıma. Oysa ne yakındı az önce. Tutmuştu aynadaki yansımanın elini. Bir sanmıştı kendini. İkiyken bir. Bilmiyordu bin bir olduğunu.               

     Giriyor aynanın içine, doğmakla batmak arası, loşluk. Sınıra dokunuyor ve dokunduğu yerden sır fışkırıyor. Nasıl da kalabalık ve yük dolu omzu. Sevgilinin çiçek tarlası nefesinin yerinde egzotik bir esinti. Alıp götürüyor kendini.               

     Giriyor aynanın içine, içbükey yosunlarda kayıyor ayağı ve yorgun kırılmalar topluyor avucuna. Dört mevsim yedi iklimdeki garip ve öksüz çoğalma.

Işık tutsaktır ve yıkar kendini

karanlığı saklar içinde.

     Giriyor aynanın içine, dolaşıyor loş koridorları. Ayıklıyor tüm yanılgıları. Aydınlanıyor loş koridorlar.

Kum mücadelesi:

     Kumdan yapılmış her şey, mil kumdan. Anıtsal bir çöküş belki de karın dayanamadığı tuz busesi. Çölden, çağlayandan, taşkınlıktan doğan kumdan dağılan anıt. Kendine çarpa çarpa oluşan, kendini kopara kopara oluşan kumdan. Yıkın kalelerinizi ve bir kum zerreciğine işleyin hazinenizi. Kimsenin göremediği koylarınız ışısın. Işısın hışımla zerrecik ve kalmasın tek bir karanlık köşe. Yaşam ânda ışır.               

     Çakıl taşlarının o ürkek ve yuvarlak sesiyle okşanan gece, güne taşır yorgun bedenini. En fiyakalısından bir öpücük yollar varlık nedeni bildiği aya, güneşi unutarak.

Gecenin sesi günden alır sancısını
karanlığa miras bırakır ışık kılçıklarını
pişmanlıktır gece taçlanmadığı  yerde.

Çatısı çatırdayan evler :

     Kuzeyin ve güneyin, doğunun ve batının sancısını topla. Doldur bir tekneye. Harcına dünü, bugünü, yarını kat, kar olabildiğince. Gülüyor musun Sokrat? Böyleyiz işte, arıyoruz kendimizi ayağa kalktığımız andan beri. Yıkılsın temeli ve çatısı çöksün. Her ev koca bir dağ, içinde metan saklayan, patlamaya hazır volkan, kan, gözyaşı, salya, sümük. Ey kötülük! Yolun uzun mu daha? Nabzın son vuruşudur pişmanlığın parçalanmış sesi.                      

 Söz yitimi; beden devinimi:

Suflör bir fiskeyle yuvarlanır tepeden
Sisyphos kırar yazgısını.
Replikler kurgulanmış yaşamın
son satırında yürümektedir.
Kalabalık ve düzensiz bir kitle.
Konuşur herkes.
Duyamaz konuşanın kendisini de.

     Zorlanır oyuncular, her sözcüğün arasındaki boşluk büyür. Önce cümle parçalanır. Birbirine güç katan, birbirinin içindeki gizli ateşi yakan, efsunlu bakışlarıyla, sesleriyle salınan sözcükler, şaşkın  şaşkın dolaşırlar ortalıkta kalabalığa karışıp. Yitim sürer, harf harf dağılırlar. Her parçalanışta kalabalıktaki bedenlerin devinimi artmakta, arkaik bir dil kazanmaktadır. Son sözcüğün parçalanışı ve yok oluşu gırtlakta ve göğüs kafesinde gök gürültüsü gibi patlar. Spotlar, spotlar… İnsan dönüşecek ve sürecek. Unutulmasın.

     Soyu tükenen ve devam eden bütün yaratıkların dili bir bedende toplanır. Yılan gibi kıvrılan, maymun gibi zıplayan, uçmaya çalışan ve yere çakılan, omurilikleri açılıp kapanan oyuncularda mırıltılar, hırıltılar, boğuk gürlemeler var artık. Yalın yaşam…    İlkel ve som yaşam.

      Söz varken ne hükmü vardı ki? Kim duyuyor, ne anlıyordu? Kimlerin işine yarıyordu sözcüklerle konuşulan yalan dil? Beden yalanı nereden öğrenir?               

     Doğadan beslenmeyen ve beslemeyen kaçıncı uygarlık bu, kendisini iğdiş etmiş. Mikroçiplerle, görkemli uzay sarhoşluğu altında, son dönüş noktasında.

     İnsan kardeşinin kanıyla beslenen kaçıncı uygarlık?

               

                                                                          22.4.2001-Hasan Sertkaya(GÖLGELERİN GÖZLERİ, Favori Yayınları, 2019)

Sayfa : 16