...
Başlık : SARI VOSVOS
Yazar : MAHMUT ARSLAN

Nazım Hikmet sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin? Diye sormuştu ya, eğer bunu bana sormuş olsaydı hemen yapabilirdim. Oturup Nebahat Ablamın ve sarı renkli vosvos arabasının resmini çiziktirmeye başlardım. Nebahat Abla ve onun ayrılmaz parçası olan sarı vosvos arabası çocukluğumda mutluluk ve neşe kelimelerini duyunca aklıma ilk gelen şeylerdi.

Sekiz dokuz yaşlarındayım, 1970’lerin ortalarında bir yerdeyiz. Ege’nin küçük bir kasabasında yaşıyoruz. Babam matbaa işçisi Halim Bey, gerçekten de tıpkı ismi gibi halim selim bir adamdı ama kızınca da aniden parlardı. Annem Münevver Hanım babamın bu huyunu bildiğinden olsa gerek, o kızıp bağırdığında hiç üzerine gitmez, sinirinin yatışmasını beklerdi. Öyle kavgalı gürültülü ailelerden olmadık hiç. Belki de annemle babamın ailelerinin karşı çıkmasına rağmen severek evlenmelerinden ötürü. Dedem annemi babama vermeye pek razı değilmiş. Kızının bir memurla evlenmesini arzularmış. Açıkça dile getirmese de hava subayı çıkan bir akrabasına vermeyi istermiş. Fukara bir matbaa işçisine gönül verdiği için de kızına gönül koymuş fakat önüne de dikilmemiş. Babam ailesi ile görücüye gelmeden bir gün önce annemi karşısına almış ve “kızım bak bu çocuk terbiyeli, efendi, kötü alışkanlıkları da yok, ama eninde sonunda bir matbaa işçisi ve ara sıra bulursa tamirat işleri de yapıyor. Eğer senin gönlün varsa ben hayır demem lakin hayat boyu fakirlik ve sıkıntı içinde yaşayacağını da sakın unutma ve ileride sakın halinden şikayetçi olma. Sana maddi olarak yapabileceklerimin bir sınırı olduğunu biliyorsun” deyip konuyu kapatmış. O zamanın terbiyesi ile bir kızın babasının yanında konuşması mümkün mü? “Siz nasıl takdir ederseniz babacığım deyip konuyu kapatmış.”

Dedemin dedikleri gerçekleşti ve biz hep kıt kanaat geçindik ama hiçbir zaman da el âleme muhtaç olmadık. Babamın kimseden borç istediğini de hatırlamıyorum. Yaşı ilerlediğinde işinde de ustalaştığı için artık kendisine matbaa teknisyeni diyor ve kimsenin tamir edemediği makineleri o tamir ediyordu. Bir ara büyük bir basımevinden de teklif gelmiş. Oradaki sendikacı bir arkadaşı gel bizimle çalış İstanbul’a taşın demiş ama Allahtan babam kabul etmemiş yoksa o da kesin sendika temsilcisi olur ve 12 Eylül’de tutuklanan bütün sendika temsilcileri gibi hapisler ve işkencelerde çürürdü.

Babam kendisine teknisyen derken başkaları ona montör Halim diyordu. Montör bir matbaa makinesini söküp yeniden monte edebilen teknisyen demekti ve babam da bu unvan hoşuna gitmiş olacak ki bir süre sonra kartvizitine “Halim Türksoy, Matbaa Teknisyeni ve Montör” yazdırmıştı. Fakat dedem için o ölene kadar matbaa işçisi Halim olmaya mahkumdu. Ortaokulu ancak bitirmiş olmasına rağmen matbaa ve basın yayın işlerinde olduğundan kitaplara ve okumaya meraklı kendini yetiştirmiş aydın bir adamdı babam. Bu yüzden bizlerin eğitimine de önem verdi. Ben de onu mahcup etmedim. Aile bütçesine yük olmadan iyi bir fen lisesinde parasız yatılı olarak okudum. Bana bu imkanları tanıyan Cumhuriyet’e her zaman minnet kâr kaldım. Liseden sonra yine devletin en iyi üniversitelerinden birini bitirip makine mühendisi oldum. Bir firmam oldu ve iş sahibi oldum. Elbette babam bir matbaa teknisyeni olarak oğlunun makine mühendisi olmasından gurur duyuyordu.

1970’lerin ortalarında henüz ilkokula gidiyordum ve de makine mühendisi olup önemli bir imalat sanayi firmasında hisse sahibi ve yönetici olmama henüz çok uzun zaman vardı.

Hayat bir kasabada her zaman çok yavaş akar ve kasabalılar büyük şehirlerde yaşayanlar gibi aceleci insanlar değildirler. Azıcık bir değişiklik bile günlük yaşama bir hareket katar. Benim o yaşlarda gördüğüm beni en çok heyecanlandıran olay yanımızdaki tek katlı bahçeli evde tek başına yaşayan Ayla Teyze’nin ayda bir kez gelip birkaç gün kalan kızı Nebahat Abla’ydı.

Ayla Teyze kocasının vefatından sonra evinde tek başına yaşamaya başlamış ama ben kocasını hiç hatırlamıyorum. Kasabanın hali vakti yerinde önemli tüccarlarından biriymiş. Sol ayağı aksadığından Ayla Teyze hep bastonla dışarı çıkardı. Emekli öğretmen olduğunu biliyorduk. Haftada bir bizim ev sahibi Hacı Teyze’nin gelini Emine Abla Ayla Teyze’nin evini temizler ve mutfak alışverişini yapardı. Ekmek ve süt almaya ise gün aşırı kendisi çıkardı. Soğuk ve yağışlı günlerde ise sokakta gördüğü çocuklardan birini çağırıp ekmek aldırırdı. Benim çocukluğumda hiç tanımadığımız teyzeler bile karşıdaki bakkaldan ekmek veya yoğurt gibi ihtiyaç maddelerini almamızı rica ederlerdi. Bunu toplumsal bir görev coşkusuyla yerine getirirdik. İyi bir aile çocuğu mahalleli bir teyzeye bakkaldan bir şey aldığı zaman asla karşılığını beklemezdi. Bazen teyzeler paranın üstünü vermek isterler ama asla kabul etmezdik. Bu konuda hepimiz çok sıkı tembihlenmiştik. Ama bir kaç şekerlemeye de hayır demezdik.

O yıllarda çocuklar sokaklarda başlarına bir kötülük geleceğini düşünmeden korkusuzca oynarlardı. Sokakta oynarken acıkırsak ya da susarsak mahallede hiç tanımadığımız bir evin kapısını çalıp bir bardak su ya da bir dilim yağlı ekmek isteyebilirdik. Bu tamamen normal karşılanan bir çocuk davranışıydı. Ben de iyi bir aile çocuğu olarak Ayla Teyze’ye birçok kereler ekmek ya da süt almıştım. Ayla Teyze’nin Nebahat Abla’dan başka bir oğlu daha vardı ama O Almanya’da çalışıyordu ve de yazları sadece bir ay sarışın Alman karısı ve Türkçe bilmeyen çocukları ile annesine geliyordu. Onlar geldiği zaman Nebahat Abla ortalarda olmazdı. Annemlerin konuşmalarından hatırladığım kadarıyla Nebahat Abla’nın ağabeyi üniversitedeyken siyasi nedenlerle birkaç ay hapis yatmış ve sonunda Almanya’ya gidip okulunu orada bitirmişti. Ailesini de yanına almaya çalışmış ve devamlı çağırmış ama babası ve Nebahat Abla hiç gitmek istememişler. O da bu yüzden Nebahat Abla’ya kırgınmış. Çünkü kız kardeşinin de başına benzer şeyler gelebileceğinden endişeliymiş. Onlar geldiği zaman Nebahat Abla ortalarda olmazdı.

Nebahat Abla’nın annesini ziyaret etmesi benim için gerçek bir heyecandı. O yıllarda Nebahat Abla otuzlu yaşlarına yaklaşan genç bir kadındı ve henüz evlenmemişti. Şehirde avukatlık yapıyordu. Her zaman gülen bir yüzü vardı ve bu gülümseme her an çabucak kocaman bir kahkahaya dönüşebilirdi. Annem ve babam da ara sıra kahkaha atıp gülerlerdi ama gördüğüm en güzel gülümseme ve kahkaha Nebahat Abla’nınkiydi. Neden evlenmediğini bilmiyordum. Etrafımda onun yaşındaki kadınlar hep evli çocuklu olurlardı. Nebahat Abla biraz şişman denebilecek bir kadındı ama inanılmaz güzel bir yüze sahipti. Elbette o yıllarda birazcık kilonun kadınlarda ne kadar büyük bir ruhsal sorun olacağından habersizdim. Nebahat Abla hiç evlenmemişti ama çocukları ve de özellikle beni çok severdi. Bana göre böyle bir kadın mutlaka ya anne ya da öğretmen olmalıydı. Avukatlık kesinlikle yanlış bir meslekti onun için. Her ne kadar bir avukatın ne yaptığını pek bilmesem de çok ciddi ve sıkıcı işler yaptığından emindim. Nebahat Abla ise büyüklerle değil çocuklarla uğraşması gereken birisiydi.

Annesini ziyarete her zaman pırıl pırıl parlayan sarı vosvos arabası ile gelirdi. Arabasının motor sesini taa uzaklardan tanırdım. Annesine birkaç geceliğine bile gelecek olsa arabasında bir sürü ıvır zıvır taşırdı. Taşıdığı şeylerin çoğu da dokuz yaşındaki bir çocuğun ilgisini çekebilecek türdendi mesela kocaman tüylü bir köpek, bir klasik gitar, gofret ve şekerlemeler, kitaplar, plaklar, tuvaller, boyalar, fırçalar ve her tür resim malzemeleri. Nebahat Abla hem gitar çalar hem de resim yapardı. Nebahat Abla’nın sarı vosvosunun sesini sokağın köşesinden duyar duymaz o an ne iş yapıyor olsam fırlar koşardım. Kendi teyzem ya da halam geldiğinde bile o heyecanı duyamazdım. Elbette annemle babam buna biraz bozuluyordu ama ne teyzem ne de halam Nebahat Abla kadar eğlenceli değillerdi.

Nebahat Abla’nın arabasını görünce hemen Ayla Teyze’nin bahçe kapısında yerimi alır, onun eşyalarını ve bir sürü ıvır zıvırını eve taşımasına yardım ederdim. Köpeği Teks beni tanır ve asla bana havlamaz, kafasını okşamamdan keyif alırdı. Nebahat Abla eşyalar içeri taşındıktan sonra mutlaka bana bir şeyler verirdi. Ya bir gofret, ya bir kurşun kalem, ya kendi yaptığı ufak bir resim, ya da kokulu bir silgi ya da hiç aklıma getiremediğim bir şey olabilirdi bu. Ama ben asla bir şeyler almak için ona yardım ediyor değildim ve o da bunu gayet iyi bilirdi. Onu sevdiğim için orada olduğumu bilirdi. Bazen O’nun gerçekten ablam ya da teyzem olduğunu hayal ederdim. Nebahat Abla ile muhabbetimiz sadece eşya taşımakla sınırlı değildi. Her gelişinde beni mutlaka evine çağırır ya kendisi gitar çalar ya da gitarı elime verip çalmamı isterdi. Benim müzik kulağına sahip olduğumu ve nota bilmesem de gitarı kolaylıkla çalabileceğimi söylerdi. Söylerdi söylemesine de bizim evde hiçbir müzik aleti yoktu. Müzik derslerinde çaldığımız blok flütün de bence müzik aletine benzer bir tarafı yoktu. Çoban kavalının biraz daha tiz seslisiydi ve iğrenç bir cayırtı çıkarıyordu. Belki de ben müzik aleti denince hep telli aletleri aklıma getirdiğim için flüte karşı olumsuz bir önyargı geliştirmiştim.

Nebahat Abla’nın gitarıyla tanışmadan önce bir bağlamam olsun isterdim ama gitarı elime aldıktan sonra bağlama çalmanın gereksiz olduğuna inanmıştım. Doğrusunu söylemek gerekirse bunu bana Nebahat Abla inandırmıştı. “Ben türküleri çok seviyorum o yüzden de bağlama çalmak istiyorum” dediğimde o da cevap olarak o yıllarda çok sevilen bir halk türküsünü gitarıyla çalmış ve üstelik türküyü akorlarla zenginleştirmiş ve çok sesli bir hava vermişti. Doğrusu çok hoşuma gitmişti. Nebahat Abla türküyü bitirdikten sonra bana demişti ki, bağlama ile çalınan her ezgiyi gitarla da çalabilirsin ama gitarla çaldığın her şeyi bağlama ile çalamazsın. Ha Türküler elbette bağlamada olduğu gibi otantik ve duygulu olmayacaktır ama her ulustan insanın dinleyebileceği kadar evrensel ezgiler haline gelir gitarla. Ablacığım ben de bir gün senin gibi çalabilir miyim diye sormuştum o da benden de iyi çalacaksın demişti. Ama bunun için gitar kursuna gitmeliymişim. Acele etmeme gerek yokmuş. Öncelikle iyi bir gitarım olmalıymış. Bunun için de şimdiden harçlıklarımı biriktirmeliymişim. İçimden harçlıklarım yirmi yıl birikse bir gitar alamaz diye geçirdim ama söylemedim elbette. Eğer kötü bir gitarla başlarsam asla ilerleyemezmişim parmaklarım acır ve de çalmaktan da zevk alamazmışım. Nebahat Abla gitara üniversite yıllarında başladığını söyledi. Dolayısıyla benim için daha çok zaman vardı.

Türküleri çok güzel çalıp bir o kadar da güzel söylüyordu ama işini bitirip de çayı demleyip bahçeye bakan balkona yerleştiğinde hep flamenko dediği İspanyol şarkılarını çalıyordu. Bir de “artık sevmeyeceğim” adlı Türkçe şarkıyı flamenko tarzında parmaklarını sallayarak çok güzel çalardı ben de tepsi ile ritm tutardım. “Neden hep bu şarkıyı çalıyorsun” dediğimde durgunlaşır ve “bazı şarkıların insanlar üzerinde büyük etkileri vardır, büyüyünce ne demek istediğimi anlarsın” derdi. Ne dediğini pek anlamazdım tabi. Büyüdüğümde bu şarkının Nebahat Abla’nın bir gönül yarası ile ilgisi olduğunu anlayabilmiştim. Sanırım o yıllarda kavuşamadığı ve unutmak istediği biri vardı ve belli ki hüznünü bastırmak için olduğundan daha fazla neşeli görünüyordu.

Nebahat Abla’yı çok sevmemin bir diğer nedeni de küçükken okuduğu çizgi romanları bir yerlerden çıkarıp bana vermesiydi. Anladığım kadarıyla Nebahat Abla çocukken erkek çocukların sevdiği kovboy çizgi romanlarını okuyormuş. Sadece çizgi romanlar değil birçok çocuk klasiğini de Nebahat Ablamın hediyesi olarak okumuştum. Gündüzleri genellikle annesi ile vakit geçiren, alışveriş yapan ve evin eksik gediğini kapamaya çalışan Nebahat Abla genellikle akşam beşten sonra balkondan seslenerek beni çağırırdı. Annem de onun verdiği kitap, Kırkbeşlik plak ve bunun gibi şeyler konusunda altta kalmamak için elime kendi pişirdiği kurabiye veya keklerden tutuşturur ve “Nebahat Ablana selam söyle, birlikte çayla yersiniz” derdi. Ben onlara gittiğimde zaten çay hep demlenmiş olurdu. Nebahat Abla da kek ve kurabiyelere asla hayır demezdi. Annem bazen ona örgü yünleri gönderirdi. Çünkü Nebahat Abla aynı zamanda iyi bir örgü ustasıydı. Atkılar, yelekler, şapkalar, battaniyeler, her şeyi el örgüsüyle depolayabiliyordu. Eve ilk geldiğinde arabasından eve onlarca orlon ve yün çilesi taşırdım. Nebahat Abla bu çileleri açmak için de benden yardım isterdi. Kadınsı bir iş olarak gördüğüm için çok da hoşuma gitmezdi ama tıpkı anneme yardım ettiğim gibi Nebahat Ablaya da kollarımı açarak yardım ederdim. O da yün çilesini kollarıma geçirir ve çileyi örgüye hazır bir yumak haline getirirdi. Bir keresinde bana bir yün atkı örüp hediye etmişti. O atkı hala kış günleri arabamın bagajında hazır bulunur.

Ne diyordum beni genellikle akşam üzeri odasına çağırırdı. Annesi Ayla Teyze asla bize katılmaz, salonda radyo dinler bulmaca çözerdi. Nebahat Abla ile bir dakikamız bile boş geçmezdi. Bana bir sürü şey anlatırdı. Çoğunlukla çocukların ilgisini çeken şeylerden bahsettiği için pür dikkat dinlerdim. Hele de arabalar hakkında uzun uzun konuşması bir erkek çocuk için bulunmaz bir fırsattı. Sarı vosvosunu nasıl babasından hediye olarak aldığını, bunun bir hippi arabası olduğunu, hippilerin nasıl insanlar olduklarını, aslında arabayı Hitler isimli berbat bir herifin çizdiğini ama nasıl olduysa savaş çıkarıp milyonlarca insanın ölümüne neden olan bu adamın tasarımını yaptığı bu arabanın sonradan barış sever hippilerin sembolü olduğunu öğrenmek de çok ilginçti ve o günlerden sonra sarı vosvos benim için hep neşenin, Nebahat Abla’nın ve birlikte kurabiye yerken attığımız kocaman kahkahaların bir sembolü oldu benim için. Bu sarı vosvos canımın sıkkın olduğu zamanlarda bana umut ve güç veren bir imge olmuştu. Böyle zamanlarda gözlerimi kapatıp Nebahat Abla’nın sarı vosvosunu hayal etmek bütün sıkıntılara iyi geliyordu işte.

Onun her gidişinde içimi bir üzüntü kaplardı, hüzünlenirdim. Eğer ben okuldayken gitmemişse eşyalarını arabasına yüklemeye yardım ederdim. O yıllarda arabalar azdı, kadınların kullandığı arabalar daha da azdı. Ancak zengin ailelerdeki kadınlar araba kullanabilirlerdi. Eh Nebahat Ablalar da zengin sayılırlardı. Annesi Ayla Teyze öğretmenmiş ama ölmüş olan babaları büyük işler yapan zengin bir müteahhitmiş. Kızı hukuk fakültesini kazanınca ona bu sarı vosvosu hediye etmiş. Başka bir arabaları daha varmış ama kullanan olmayınca satmışlar. Nebahat Abla vosvosuna baba yadigarı da derdi. Annesi Ayla Teyze Nebahat Abla’dan çok da memnun görünmüyor, hep söylenip duruyordu. Benimle vakit geçirmesini de pek hoş bulmuyordu. Onlardayken kaç defa “sen hala kısmetlerini tep elin çocuklarıyla uğraş oyalan, aklını başına alsaydın şimdi senin daha büyük oğlun olurdu” gibi sözler mırıldandığını duymuştum. Nebahat Abla da benim duyacağımı ve alınacağımı düşünerek kocaman bir “aman annneeeeeee” diye bağırır, yaşlı kadını sustururdu. Sonraları bu sözleri hatırladığımda Ayla Teyze’nin evlenmediği için Nebahat Abla’ya gücenik olduğunu anlamıştım. Annesi kızının evlenmesini istiyordu ama onun da başka bir sevdiği vardı ve de artık sevmeyecekti.

Annem Nebahat Abla ile Ayla Teyze ile de yolda selamlaşır konuşur ama evlerine gitmezdi. Onlar da bize gelmezlerdi. Sanki aralarında imzalanmış gizli bir sözleşme var gibiydi. Bir gün anneme “sen de bizimle Nebahat Abla’ya gelir misin” diye sorduğumda “oğlum sen git o kız koskoca bir avukat ben ne konuşacağım onunla, davul bile dengi dengine. Ama sen git yardım et o da bir çeşit öğretmen sayılır, birçok faydalı şey öğretiyor sana. Belki de okur onun gibi avukat olursun” demişti.

Nebahat Abla büyük şehre geri dönerken bana sarılıp öper, saçlarımı okşar ve “üzülme tekrar geleceğim ben gelene kadar verdiğim kitaplar okunup bitirilecek Küçük Bey anlaştık mı” derdi. Bana Küçük Bey diye hitap etmesini severdi. Bir gün yine böyle güle oynaya kapıda bekleyen annesine ve bana el sallayarak neşe içinde yola koyuldu ama üç gün sonra geri döndü. Annesi telefonlarına cevap vermeyince gerisin geri dönmüş ve annesinin cansız bedeni ile karşılaşmıştı.

Okul dönüşü Ayla Teyzelerin kapısında sarı vosvosu ve kalabalığı görünce sıra dışı bir şeylerin olduğunu anlamıştım. Annem Ayla Teyze’nin vefat ettiğini ve içeriye girmemem gerektiğini söyledi. Başka akrabaları da gelmişti. İlk defa sarı vosvos geldiği için sevinemiyordum.

Oğlunun Almanya’dan gelmesini bekledikten sonra ertesi günü cenaze törenini yaptılar. Babamla camiye gittik. Hep renkli çiçekli elbiseler ile gördüğüm Nebahat Abla siyah bir elbise giymişti ve diğer kadınlar gibi başında beyaz mevlüt tülbenti vardı. Annem de diğer komşularla Nebahat Abla’nın yanındaydı. Babam beni namaza çağırdı ve ilk defa cenaze namazına durdum. Mezarlık dönüşü ilk defa ailemle Nebahat Ablalara gittim. Erkekler ve kadınlar ayrı odalarda oturuyorlardı. Erkekler Nebahat Abla’nın abisine kadınlar da Nebahat Abla’ya başın sağ olsun diyorlardı. Yakını ölenlere böyle deniyordu. Ben erkeklerin odasından bir süre sonra yandaki kadınların odasına geçtim. Nebahat Abla sessiz sessiz ağlıyordu. Aslında ona sarılıp ağlama ablacım diyesim vardı ama ben de büyükler gibi “başınız sağolsun Nebahat Abla” dedim sadece. Ama o beni kendine çekip sarılarak “teşekkür ederim Küçük Bey” dedi.

Akşam bizim evde de hüzün vardı. Annemle babamın ilk defa onlar hakkında konuştuklarını duyuyordum. Anladığım kadarıyla Nebahat Abla birisiyle evlenmek istemiş ama ailesi istemediği için evlenememişti. Babası bu konuda kızını çok üzmüştü. Daha birçok şey konuştular ama bunlar aklımda kaldı.

Annesinin ölümünün ardından Nebahat Abla bir hafta kadar evlerinde kaldı fakat ne o beni çağırdı ne de ben gittim. Gitsem de ne olacaktı ki? Artık o şen şakrak günler, balkonda flamenko çalıp söylemeler, yün çilesi açmalar, kağıt hamurundan kap kacak yapmalar bitmişti. Annem Ayla Teyze’nin evinin satılacağını Nebahat Abla’nın da artık buraya gelmeyeceğini söylediğinde ağlamamak için kendimi zor tutmuştum. Boğazımda bir şeyler düğümlenmiş ve öylece kala kalmıştım. Onu gitmeden son bir kez görmek zorundaydım.

O sabah cumartesiydi ve okul yoktu. Ben Nebahat Abla’ya gitmek için annemden nasıl izin isteyeceğimi düşünürken kapı çalındı ve Nebahat Abla elinde gitarıyla ilk defa bize geldi. Buyur edildi salona oturtuldu. Babam işe gitmeyi erteledi. Kahve yapıldı. Beni görünce kollarını açıp göz kırptı ve eskiden olduğu gibi gülümsedi. Hemen gidip sarıldım. Adını bilmediğim ve abla kokusu dediğim parfümü hala aklımdadır.

Annemler tekrar üzüntülerini bildirdiler. Hep beraber kader dendi kısmet dendi, Allah’ın takdiri dendi. Bunlardan sonra Nebahat Abla bana döndü:

“Caner’cim seni görmeden gitmek istemedim. Bazı şeyleri kabul etmek zor ama artık büyüdün ve bu yıl dokuz yaşına bastın. Evi satacağımız için artık bir daha buralara gelemeyeceğim. Şehirdeki adresimi ve telefonumu babana bıraktım. Şehre geldiğinizde mutlaka uğrayın. Bak bu gitar da artık senin. Ama söz ver ilk görüştüğümüzde bana flamenko bir parça çalacaksın. Bak bir şey daha var bu benim sarı vosvosun ceviz kadar bir modeli. Beni her özlediğinde veya canını sıkan bir şey olduğunda bu arabaya bak, eline al ve birlikte geçirdiğimiz eğlenceli saatleri düşün. Hayatımızda üzücü şeyler olsa da mutlu olmak zorundayız. Anladın mı Küçük Bey?”

Gitarını bana vermesine öyle sevinmiştim ki şaşkınlıktan teşekkür bile edemedim benim yerime annem epey teşekkür etti ama. Ailece kapıya çıkıp el sallayarak uğurladık onu. O sarı vosvosu çalışma masama koydum ve asla kaldırmadım. Kendimi kötü hissedince hep avucumun içine alıp sıktım.

Büyük şehre üniversiteye gidince onu mutlaka arayıp bulacaktım ve güzel bir flamenko parça çalacaktım. Büyüdüm fen lisesini kazandım, parasız yatılı olarak büyük şehirde okumaya başladım. Hafta sonları kasabaya annemlere geliyordum. Bir gün babama Nebahat Abla’yı ziyaret etmemiz gerektiğini söyledim. İkisi birden suskunlaştılar ve birbirlerinin yüzlerine baktılar. Babam derin bir nefes alarak anlatmaya başladı:

“Oğlum biliyorsun ihtilal oldu ve askeri hükümet var. Nebahat Ablan bazı siyasilerin davalarını almış. Nasıl olduysa onu da bazı örgütlerle ilişkilendirip içeri almışlar. Bir yıla yakın yatmış ve çok eziyet çekmiş. Çıktıktan sonra avukatlığını da iptal etmişler. Nerede olduğunu da kimse bilmiyor, yurt dışına kaçtığını söylüyorlar. Belki de Almanya’ya abisinin yanına gitmiştir.”

Odama gittim ve hemen sarı vosvosu elime aldım. Pikaba eski kırkbeşlik bir plak koydum. “artık sevemeyceğim bütün kabahat benim....”

Yıllar geçti Nebahat Abla’yı unutsam da sarı vosvosu yanımdan hiç ayırmadım. Geçen yıl sahibi olduğum firmanın tanıtımı ve iş bağlantıları için birkaç günlüğüne Berlin’e bir fuara gitmiştim. Bir Türk lokantasında masalar arasında bastonuyla aksak bacağına destek olarak dolanan şişman yaşlı kadını görünce gözlerindeki ifadeden Nebahat Abla’dan başka birisi olamayacağını anladım. Bu restoranın sahibi ya da çalışanı gibi duruyordu.

Yanında gidip “Nebahat Abla” dedim. Doğal olarak tanıyamadı ve “çıkaramadım” dedi. “Ben kasabadan Küçük Bey” dedim. Uzun uzun baktı önce, sonra sarıldı bana. Gözlerinde neşe yerine hüzün vardı artık. Yaşadıklarını anlattı kısaca. Suçsuz yere gördüğü eziyetleri. Sol bacağını sakat bırakmalarını, utancından anlatamayacağı şeyler yaşadığını... Bir sürat teknesi ile Meis adasına kaçıp oradan Almanya’ya abisinin yanına gelişini. Burada geçmeyen diplomasını, hayatını garsonlukla kazanmasını ve son zamanlarda bir arkadaşıyla ortak olup bu restoranı açmalarını, bir çırpıda anlattı. “Hatırlıyor musun Abla dedim senin renkli ansiklopedilerindeki haritalara bakınca burnumuzun dibindeki Meis adasına sahip olamayışımıza hayıflanırdık ikimiz birlikte.” İlk defa güldü ve yine Nebahat Abla oldu. “Boşuna her işte bir hayır var dememişler” dedi. Gitarını bir daha eline almamıştı herhalde, ben de utancımdan soramadım. Ayrılırken kocaman sarıldım. Abla kokusu hala aynısıydı. Restoranın dışında bana el sallayışına baktım. “Ne güzel komşumuzdun sen Nebahat Abla” dedim.

Sayfa : 5