...
Başlık : Ethem Baran’la Söyleşi: “Kurmaca; bir duvara bir pencere resmi çizmek, o resme bakarak hayal kurmak, orada bir şeyler görmek ve onlara ulaşmak için bir de kapı çizip o kapıdan çıkmaktır…”
Yazar : Gülçin Manka

  • İki roman, sekiz öykü kitabınızla, çok üretken bir yazarsınız. Son öykü kitabınız “Döngel Dünya” ile Sait Faik Abasıyanık 2020 Hikaye Ödülünü aldınız. Öncelikle sizi yürekten kutluyorum.

    Çok teşekkür ederim.
  • Ünlü, “Çocukluğu, insanın ana yurdudur.” sözünü çok severim. Bozkırın çocuğu olarak, sizin de büyüdüğünüz coğrafya, öykülerinizdeki atmosferi oluşturuyor. Kullandığınız dilde de yerel sözcük ve deyimlere oldukça yer veriyorsunuz. Bir söyleşinizde, “Yaşanan Yere Borcumuzu Ödemeliyiz” diyerek bunu güzel bir şekilde ifade ediyorsunuz. Peki, öykü ve romanlarınızda çocukluk ve gençlik izdüşümlerinizin payı ne kadar?
     
  • Kitaplarımda bir coğrafya oluşturmaya çaba gösterdim; hayali bir kasaba, o kasabada bir mahalle ve orada yaşayan, kendi hikâyeleriyle boğuşan insanlar yaratmaya çalıştım. Bozkırdaydı bu kasaba ve oraya taşra deniyordu, öyle dediler yani. Konuştukları dil benim çocukluğumdan kalma, evimden, sokağımdan, mahallemden kulağıma yerleşmiş bir dildi. Okuduğum onca kitabın sayfalarına, satırlarına sızamamış pek çok kelime vardı benim bildiğim. Dilimizin zenginliğiydi bu ve unutulup gitmemeliydi. Yazarın borcu dilinedir. Bizi vareden dile. Yakından tanıdığım insanlardan başlayarak çizmeye çalıştım karakterlerimi. Öykü karakteri olabilmeleri için kendi gerçeklikleri dışında da birtakım özelliklere sahip olmaları gerekiyordu elbette. Yaşanmışlıkların da öyküye dönüşebilmesi için geçmeleri gereken pek çok süzgeç vardı. Bu bağlamda çocukluk ve gençlik izdüşümlerinden söz etmek mümkün tabii.
     
  • Ben de bir bozkır çocuğu olarak, “Evlerimiz Poyraza Bakar” isimli kitabınızı ilk gördüğüm an, adına vurulup hemen almıştım. Çocukluğumun geçtiği Eskişehir’in ayazını hissettim belki o cümlede. Sadece bu kitabınız değil, bütün kitap isimleriniz şiirsel, dokunaklı ve can evinden vuruyor insanı. Bu ismi nasıl, neyi düşünerek koydunuz?

Ben kitap isimlerini koyarken olduğu gibi öykülerin isimlerinde de çok ince eler sık dokurum. Çocukluk ve gençliğimi yaşadığım ev ve mahallemiz kuzeye bakardı. Biz çoktan gölgede kalıp üşümeye başladığımızda karşı yamaç hâlâ gün ışığında yıkanmayı sürdürürdü. Her kış bir ton odun, beş ton kömür yakardık. Hayatın hemen her alanında olduğu gibi şanssız hissederdik kendimizi. Öykülerimdeki insanlar da hep hayatın kıyısında köşesinde kalmış garibanlardır. Garibanların evleri de poyraza bakar haliyle.

  • Bu kitaptaki öyküleriniz, geleneksel halk hikâyecilerine selam veriyor, onlara modern öykünün içinden bakıyor. Ayrıca halk şairlerini, âşıkları öykülerinizde konuk ediyor, dolaştırıyorsunuz. Nasıl bir altyapısı ve nedeni var bu tercihinizin?

Bir elim gelenekte, bir elim modernizmdedir benim. Anlatı ormanındaki bizden öncekilerin bıraktığı izleri görmek, onlara basmak ve kendime yeni bir yol açmak isterim. Bize roman sonradan, batıdan gelmiştir ama hikâye, geleneği olan bir türdür. Bu müthiş birikimden yararlanmak, onu günümüzün bilgisiyle ele almak, yeniden yoğurmak ve yorumlamak gerekir diye düşünüyorum. Nitekim, Bulut Bulut Üstüne'deki "Ata Binmiş Ali Ağayı Tahmis" öyküsünde, divan şiiri söz sanatlarından olan tahmis sanatını öyküye uyarlamaya çalıştım. Aynı tekniği Zira'daki "Kıymet" öyküsünde de denedim. Yine bu kitaptaki "Arabaşı" öyküsünde Hz. Ali cenklerinin dili zamanları aşmış bir sesle yankılanır. Evlerimiz Poyraza Bakar'daki "Bozulmayan Yazı" öyküsü meddahlara günümüzden bir selam ve saygı duruşudur. Döngel Dünya'daki "Yabandan Gel Yabandan"da da bir âşık vardır karşımızda. Ve hepsinin gerisinde türkülerimiz dönüp durur. Bütün bunların öykünün alanını ve dilini genişlettiğini, zenginleştirdiğini düşünüyorum. Borges'in öğrettiklerinin içinden geçmişe bakınca yapılacak daha çok şeyin olduğunu görüyor ve heyecanlanıyorum.

  • Bir söyleşinizde dille oynamayı, alanınızı genişletmeye çalışmayı sevdiğinizi ifade etmişsiniz.  Döngel Dünya kitabınıza ismini veren öykünüzde ve diğer bazılarında  bir büyülü gerçeklik havası var, yanılıyor muyum? Bu öyküler, dille oynama denemelerinin sonucu mu ortaya çıktı, yoksa  öykünün sizi götürdüğü yer miydi bu tarz?

Yazmak yeni bir dünya kurmak, yeni bir gerçeklik yaratmaktır. Her yeni gerçeklik kendi kurallarını koyar ve uygular. Yazı ne istiyor, neyi gerektiriyorsa onu yaparım. Bu, kimi zaman baştan düşünüp kurguladığım bir şeydir, kimi zaman da beni heyecanlandıran bir biçimde yazının kalemimi alıp götürdüğü bir yerdir. Böyle beklenmedik, planlanmadık savruluşları severim. Metnin içinde oluşan akla saygı duyar, boyun eğerim. Yazma eylemini güzel kılan da budur bence.

  • Döngel Dünya’nın öykülerinde mizahla yoğrulmuş bir hüzün var sanki. Küçük insanların büyük dertleri, hüzünleri, bazılarında da küçük yerdeki toplumun insana baskısı var. Hacı Laklak’ı çok sevdim, kaç farklı hayatın hikayesini kısacık bir öyküde içiçe geçirmişsiniz, hayvan doğasından insan doğasına, cinselliğe, kadın-erkek ilişkisinden eşitsizliğe toplumsal baskıya, dine kadar bir çok öğe eleştirel ve mizahi biçimde ustaca yoğrulmuş. Bu öykünüz için ne söylemek istersiniz?

Çok severek yazdığım bir öykü oldu. İlk notlarını yıllar önce almıştım. Ama bir türlü öykü suretinde ortaya çıkmıyordu. Bir gün bir belgeselde leylekleri izleyince kafamdaki öykü çözüldü. Leyleklerin "mübarek" hayvanlar olduğu, hacı muamelesi gördüğü anlayışı işimi kolaylaştırdı bir anlamda. Başkalarının hayatına karşı takındığımız acımasız tavır bir yanda bazı hayvanlara karşı hoşgörülü tavrımız diğer yanda. Böyle olunca mizah da oluyor işin içinde hüzün de. Ki benim öykülerimde mizah arka planda da olsa, kısık sesli de olsa kendini duyurur.  

  • Zevkle dinlediğim bir söyleşinizde; “Kurmaca evinin bir çok penceresi vardır fakat 2-3 kapısı vardır” şeklinde bir cümle kurduğunuzu hatırlıyorum. Bu ifadeyi biraz açar mısınız?

Hatırladım o söyleşiyi. Şunu demek istemiştim: Kurmaca metinlerde pek çok öge bir araya gelir, gelmelidir. Kişiler, olay örgüsü, mekân, zaman, dil, anlatım vs. Bunları bir evin pencereleri olarak düşünebiliriz. Zaten kurmaca dediğimiz ya da daha genel bir söyleyişle sanat dediğimiz şey, bir duvara önce bir pencere resmi çizmek, o resme bakarak hayal kurmak, orada bir şeyler görmek ve en sonunda onlara ulaşmak için bir de kapı resmi çizip o kapıdan çıkmak değil midir? Elimizdeki ya da aklımızdaki hikâyeyi bize, okura kim anlatacak? Üç anlatıcı tipi var biliyorsunuz. Ben, sen, o. Bunlardan en çok ben ve o anlatıcı yani birinci tekil veya üçüncü tekil (üst anlatıcı) kişi anlatıcı kullanılır. Sen anlatıcı örnekleri azdır bizim edebiyatımızda da dünya edebiyatında da. Ben Emanet Gölgeler Defteri romanımda üç anlatıcı tipini de kullanmıştım. Hatta kimi yerlerde anlatıcıyı cümlenin ortasında değiştirdiğim olmuştur.

  • Yazarlığın yanı sıra resimle de ilgilenen çok yönlü bir sanatçısınız. Resim yapmanız yazarlığınızı nasıl etkiledi ya da etkiliyor? Hangi yönünüz  daha önce ortaya çıktı? Ağır basan taraf yazarlık mı oldu?

Resme de yazıya da çok meraklıydım küçükken. Resim daha gözle görünür olduğu için herkes ilerde ressam olacağımı söyler, beni de inandırırlardı. Yazdıklarımı göstermeye çekiniyordum, kimse de okuma meraklısı değildi zaten. Ortaokul ikinci sınıfta Türkçe öğretmenimiz öykü yazma ödevi verdi, ben romana başladım. Bir kısmını sınıfta okuttu bana öğretmenimiz ve bu arkadaşınız ilerde yazar olacak dedi. Ben de neden ikisini birden olmayayım diyerek bir çizgi roman hazırladım. Çizgi romanlara da çok meraklıyımdır bu arada. Güzel Sanatlar'a gitmek istiyordum; yetenek sınavıyla alıyordu bu bölümler ve üniversite sınavında herhangi bir yeri tutturamayanlar yetenek sınavına başvurabiliyordu. Ben ne olur ne olmaz diye sınava asılıp kazanınca Güzel Sanatlar hayal oldu. Bu arada desenlerim dergilerde çıkmaya başlamıştı. Ama yazıyı da sürdürüyordum aynı istekle. On altı yaşımda ilk desenim, on sekiz yaşımda ilk öyküm yayımlandı. Uzun süre ikisi paralel gitti. Yıllarca dergilerde desenler çizdim, dergi ve kitap kapakları hazırladım. Sonra edebiyat ağır bastı. Resim yapmak ya da resim sanatıyla ilgilenmek, bir başka deyişle doğaya, dünyaya bir ressam gözüyle de bakmak yazarı besler, canlandırır, farklılaştırır diye düşünüyorum.

  • Hayatın içinde olmanın kitaplar içinde olmak olduğunu söylüyor, örnek olarak Marcel Proust’un rahatsızlığı nedeniyle yıllarca bir odadan çıkmadan romanlarını yazdığını anlatıyorsunuz. Kısaca salt insanlar arasında yaşamak yazarı doğal olarak yeterince beslemez, zenginleştirmez. Ama sizin öykülerinizde çok zengin bir insan panoraması gördüm, her yaş, her meslekten. Kahramanlarınızın sahici olmalarına verdiğiniz önemi de biliyorum. Bu panoramayı zenginleştiren sizin hayal gücünüz mü, yoksa gerçek hayattan  insanlar mı?

Hepimiz sıradan hayatlar yaşayan insanlarız. Artık Hemingway gibi, Jack London gibi Joseph Conrad gibi maceradan maceraya atılan yazarlara pek rastlanmıyor. Küçük bir oda, sıradan bir hayat, dar bir çevre, kitaplar, hayal gücünüz ve yeteneğiniz… Yeteneğe, gözlem gücünü, dil anlayışı ve kavrayışını, duruşunuzu, bakış açınızı ve daha pek çok şeyi ekleyebilirsiniz. Ben bir karakteri yazarken önce ona inanmayı, gözümün önünde kanlı canlı görmeyi önemserim. Bir süre sonra o karakter öyle sahici bir hale gelir ki, benim böyle bir karakterim vardı, ona işim düştü diye gider onu en son bıraktığım öykünün içinden alır yeni öyküde yeni bir rol veririm. Böylece karakterlerim öyküden öyküye, kitaptan kitaba dolaşmaya başlarlar. Gerçek hayattaki insanlar oldukları gibi alındıklarında işinize yaramayabilirler. Esasında pek çok insandan yola çıkıp yeni bir insan yaratırsınız; ona bir ad verirsiniz, bir geçmiş uydurursunuz ve bir kader çizersiniz ona. Kişilikleri siz yazdıkça ortaya çıkar. Sizin istediğiniz gibi değil, kendi istedikleri gibi konuşmaya başlarlar bir süre sonra. Edebiyatın güzelliği de buradadır. Gerçek hayattaki insanları olduğu gibi almaya kalkarsanız sizi sınırlandırırlar, elinizi kolunuzu bağlarlar. Özgürlüğünüz elinizden gider.

  • Öykülerinizde olaylardan çok, insan ve doğa manzaralarına vurgu yapılıyor gibi geldi bana. Yani çarpıcı  olaylar değil, sıradan hayatların kahramanı olan farklı kişilikler ön plana çıkıyor. Olaylar sanki kahramanlara bir fon oluşturmak, onların kişisel özelliklerini ortaya çıkarmak için var, yanılıyor muyum?

Olay ya da olaylar konusu tartışmalı, mayınlı bir alan. Öyküye böyle bir ağırlık yüklenmeli mi bilmiyorum. Ama bana göre bir öyküde anlatılan bir hikâye olmalı. Hikâye dediğiniz şey de iyi kötü birtakım olay ya da olayları içerir zaten. Öykü bunları işaret eder, sezdirir, hissettirir. Herkesin her gün yaşadığı, gözlemlediği, daha doğrusu zaten bildiği olayları dönüp bir daha anlatmanın gereği var mı? Anlatılmadık ne kaldı ki? Öykü, başka türlü anlatamadığımız için öyle yazdığımız şeydir. İnsana ilişkindir; hayata ilişkindir. Benim hemen her öykümde anlatılan bir hikâye vardır. Yani öyküyü bitirdiğinizde elinizde bir hikâye kalır. Romanın yapması gerekeni de öyküden beklememeliyiz. Gerçi romanın da böyle bir görevi yoktur ama. Virginia Woolf'un romanlarında, örneğin Deniz Feneri ve Bayan Dalloway'de neredeyse hiç olay yoktur.

  • Kitabınızın başında Fernando Pessua’dan bir alıntı var: “Sıradan hayatların tekdüzeliği gerçekten de dehşet verici” Bu dehşet, sizi yazmaya iten nedenlerden biri mi?

Söylemek istediğim şey tam da bu. Edebiyat burada devreye giriyor işte. Beni kalabalıkların uzağına, küçük yerlere, küçük olduğu söylenen insanlara ve onların küçümsenen hayatlarına yönelten bu. Nerede, hangi konumda, zamanda ve mekânda olursa olsun elimizdeki malzeme insan. Onun içine bakmak lazım, yüreğine eğilmek, ruhunu kavramak. Gerisi gelir zaten.

  • Son olarak yine bir sözünüz: “Edebiyatta önce dile bakarım. Yazarın sesi var mı, ona bakarım.” Günümüz öykücüleri arasında size göre bu kriterleri karşılayan yazarlar var mı?

Evet, önce dile bakıyorum ben. Anlattığı, anlatma biçimi, kavrayışı, görüşü vb. önemli elbette ama dili ne söylüyor diye bakıyorum önce. Üslubu var mı diye bakıyorum. Altı çizilecek cümleleri var mı? Cümleye verdiği emeği görmeye çalışıyorum. Günümüz öykücüleri ve özellikle genç arkadaşlarımız hakkında neredeyse hemen her söyleşide bir şeyler söyledim, isimler verdim. Bu defa isim vermeyeyim. Şu an aklıma gelmeyenlere, söylemediklerime ayıp ediyormuşum gibi hissediyorum. Çok iyi öykücülerimiz var ve yenileri de geliyor, bu kadarını söyleyeyim.

 

Sayfa : 4