...
Başlık : DijiGenç
Yazar : Ş. Didem Keremoğlu

Dönmeyeceğin güne hazırdım. Bir kaç eşyan dağılıp gidecekti de, bende kalan şarkın ne olacaktı? Uyumadığım yataktan gün ışırken kalktım. Yüzün yastığıma dönük, ara ara duran fısırtılı bir nefes tutturmuştun. Yatmadan çiğnediğin mide ilacı ağzının köşesinden sızıp, çenene doğru incelen tükürüğünde rakı beyazı bir renk bırakmıştı. “Rakının kutsal beyazı ile senin kokulu sıvın bir arada hiç yakışmadı!” diye geçti içimden. Sonra bakışlarımı tavana sabitledim ve “yardım et” dedim. Tanrı, uzun zamandır göğe açılmayan avuçlarımı yadırgamış olmalıydı ki ezan sesi birden kesildi. Elektrikler gitmişti.

“kafamın altındaki yastığı yavaşça yüzüne koysam… sonra hormon yüklü geniş kalçalarım ve yirmi beş kilo fazlamla piko işi kırlentin üstüne otursam… kütük hafifliğindeki uykundan aymaya başladığında ‘bir karabasan daha görüyorum’ sanacaksın! o bi boka yaramaz vijdânın bıkkın gecelerime neşe katan kâbuslarında aklıyor kendini, bilirim! alt tarafı boğularak öleceksin; büyütme! çıtır kızların hayatından bir andropozlu daha eksik olsa ne çıkar…”
Öbür kadının varlığında ve bir erkeğin cehennemî sevgisizliğinde güne başladım.
Oğlum, ergen kokan odasında, yüzünde bensiz olamadığı günlerdeki kadar masum bir ifade; uyuyordu. Yanına kıvrıldım. Kucağımda büyüttüğüm “ben” ileride babası gibi kendini saklayan bir adam mı olacaktı? Çok konuşup, güzel anlatan bir kötücül! Buna nasıl engel olabilirdim? Engel olabilir miydim? Gözlerimi kapadım…
“Anne, niye buradasın?” Çocuğumun -bir başkasına- kulak tırmalayan sesiyle uyandım.
İfademdeki özür dileyen tınıya içimden saydırarak. “Gece uykum kaçtı, yanına kıvrılıverdim.” dedim.
“Sıkı dalmışsın. Geç kalıyorum. Eşofmanlarım kurudu mu? dedi.
“Sen hazırlan ben hemen getiriyorum.” Alelacele yataktan fırladım.
“Uykunda ağladın.” Ünlem hâli barındırmayan bir sesle konuşmuştu.
Cevap vermedim. Kapının yanındaki boy aynasına gözüm takıldı. Miyobuma lanet; derinleşen kaz ayaklarım, saçımın dibi gelen boyası, yüzümdeki ışıksızlık, kilolarım… Hepsi bir anda odaya üştü.

Sekreterine uğurladığım kocamla, okula uğurladığım oğlumun ardından evdeki sessizlik giderek büyüdü. Bir an önce işe koyulmalıydım. Elimde çay kupam çocuğumun odasına girdim. Günlük rutinime geri dönmek iyi gelecekti. Babasının şifresini ele geçirdiği bilgisayarının başına oturdum. Şifreyi girdim. Hoşlanmasam da yapmak zorunda olduğumuz bir şeydi bu. Açtığı son sayfa önüme düştü. “Çok normal, merak ediyor tabii” diye ferahlattım kendimi. Çıplak kadınlar, Japon çizgi kahramanların kocaman gözleriyle değişik pozisyondaki sanatsal etkinlikleri (!), ve (…) “EYVAH”
“Alo, Merhaba Maya. Cebi açılmadı. Akın’ı bağlar mısınız lütfen?” Sesim mi titremişti benim?
“Akın Bey toplantıda, ara verdiğinde ileteceğim aradığınızı Sezin Hanım.” Tınıdaki özgüvene hayran kalmıştım.
“Acil, hemen görüşmem lazım!” Ben de fena değildim doğrusu!
“Bekletiyorum biraz.” dedi. İyi ki çayı ince belli bardak yerine seramik kupadan içmeyi severdim… Aksi felaketim olabilirdi! Neyse, çok beklemedim. Kalıbının adamı olmayan kocamın kalıbının adamıymış gibi konuşan davudi sesi doldu kulağıma.
“İyi misin?”
“Oğlan üstü koca memeli kadın, altı erkek fotoğraflarla videolara bakıyor.” dedim.
“Akşama konuşalım.” dedi. Bu kez bana kendimi suçlu hissettiremeyecekti. Savunma vermeyecektim.
“Çocuğun üstü kadın, altı erkek cinse merak sarmış, sen toplantına devam et!” avaz avaz bağırdım.
“Sakin ol, tamam. Bir saate evdeyim.” dedi.
Koşarak duşa girdim. Stresten ter içindeydim. Duştan çıkışta kabinin camlarını kurulamayı ihmal etmeyip lavaboyu da bir güzel parlattım. “Hazır elim değmişken alt kattaki banyoya da girişsem mi?” diye düşünürken yakaladım kendimi. Sırf iyi kazandığını ve bir bok başı olduğunu ispat için almıştı bu evi. Yüksek duvarların arkasındaki “İtalya.” Beş dakika ilerideki çöplükle, az gerideki taş ocağının arasında kalan sitenin mimari konsepti buydu. İtalya! Bol gezer, boş konuşur, az okur sosyetesi bana uymadığından İtalya’da tek başına kalmıştım. Eski semtim bir başka şehir uzaklığındaydı ve araba kullanamıyordum.
Üstüme aceleyle bir pantolon taktım. Kafamı bünyesinde iki X ve bir L barındıran polar üstten geçirdim. İşin uzmanı sütyen markası ve yuttuğu yarım asgari maaş gittikçe irileşen memelerimin boyutunu yeterince gizleyemiyordu. Ve şimdi bunları düşünmenin sırası mıydı! “yılların bunu bana yapmasına nasıl izin verdim Tanrım! mutsuzlaştıkça daha çok yiyerek sanırım…” Saçlarımı bir havluya aldığım gibi çıplak ayak aşağıya koşturdum. Akın gelmişti.
“Hiç gerek yok çıkartmanıza, ayakkabınızla girebilirsiniz Beyefendi!” dedim.
“Ne saçmalıyorsun yine? Çağırdın, geldim.” Elindeki telefondan başını kaldırmadan konuşmuştu.
“İnsan ayakkabılarını çıkarır. Canım çıkıyor benim de, kadının da…” kavga çıkarmak istiyordum. O zaman yüzüme bakardı! Oğlan duymasın diye kısık sesle ama galiz küfürler ederken de yüzüme bakardı. Memelerime “fil”, kalçama “değirmen taşı”, genelime “kafasız manda karı” derken de…
Ayakkabılarını eline aldı ve kapı girişine doğru yürüdü. Şaşırmıştım!
bakalım; o bilgisayarda bu kadar endişelenecek ne buldun?” Sesi yumuşacıktı. Gözümde birden yirmi sene önceki haline büründü.
“Sapık sapık resimler. Hani Bangkok’daki dişil-erkek cinsin gösterisindeki gibi olanlardan. Her türlü pozda.” Ağlamaya başladım.
“Merak etmiştir, tam yaşı. Akşama ben konuşurum onunla.” dedi.
“Hadi ben çıkıyorum. Kuruntu seninki. Oğlan gelene kadar müziğini aç, eline bi kitap al. Bir kadeh de şarap koy kendine…” Kalmasını çok istedim ama ağzımı açmadım.
Büyük ekran akıllı televizyonun önündeki düğüm olmuş yün çilesi gibi duran kablo yığınına dokunmam kesinlikle yasaktı. Okuldan gelir gelmez dijital karşısında kendi gibi bir dolu çocuk, ekranda bir kovalamacadır başlardı. Bu oğlan hangi ara benimle konuşmayı kesmiş, kısa ve bıkkın yanıtlara geçmişti?
Atıştırmalıklarını hazırladım; üstünde okulun futbol takımının forması, ayağında çamurlu kramponlar içeri girdi.
“Hoşgeldin oğlum. Formanı ne yaptın?”
“Spor çantamda.”
“Ayakkabıların Mert’ciğim?”
“Spor çantamda.”
“Nasıl geçti sınavın peki?”
“İyi.”
“Elektrik süpürgesi yaparken yanlışlıkla oyun konsolunun kablolarına takıldım. Çıktılar yerlerinden.”
“Anne, nasıl ya? Ben sana sakın o kabloların ve konsolun etrafında dolaşma, iş yapma, Çiçek’e de tembih et demedim mi? Bi dinle ya!”
“Çiçek ‘Abla’ diyecektin sanırım! ‘Uzun cümle kurmayı becerebiliyor musun diye bir deneme yaptım?” dedim. Suratıma ters ters baktı. Bir hız odaya daldı. Kramponların içinden çıkan kalın çoraplarının ıslak paspas kokusu havada asılı kalmıştı.

Bu akşam da sofra kurmama gerek kalmadı. Kocamın, muhtemelen kucak dansı içeren bir “toplantı”sı vardı. Benden on beş yaş küçük ve yirmi beş kilo zayıf sekreteri arayıp haber vermişti.

“Nasılsınız Sezin Hanım? Akın Bey’in toplantısı daha sonra dışarıda devam edecekmiş, geç geleceğini iletmemi istedi de.” Sesi de kendi gibi çalık bu kızda ne bulduysa?..
“Teşekkür ederim.” dedim.
Oğlunun bulaştığı ortamın babasının keyfini bekleyecek sabrı yoktu.
Elimde yemek tepsisiyle oyun konsolunun olduğu odaya girdim. Cumaları ders çalışmazdı. Tepsiyi yavaşça sehpaya bıraktım. Gözlerini büyük ekrandan ayırmadan:
“Ara veriyom oğlum ben.” dedi, kafasındaki kulaklığı şefkatle, sakınarak sehpanın üstüne bıraktı.
“Ayran mı, süt mü?” Sırf konuşmak olsun diye sormuştum. İkisini de sevmezdi.
“Su anne, su!” Ayak tırnakları uzamıştı.
“Baban da seninle bir şeyler konuşacaktı ama toplantısı uzamış.” dedim.
“Toplantısı yine mi uzamış?” dedi. Yüzüme öyle bir baktı ki… Gözleri bildiğini fısıldıyordu.
“Babanla bazı problemlerimiz var.” dedim. Bunu söylemeyi hiç planlamamıştım. Uzun aylardır içimde“Maya”lananlar birden söze döküldü…
“Kim ki?” Sesindeki çatal adeta bir anda kaybolmuştu!
“Önemli değil, benimle olursan aşarız. Var mısın?” dedim. “Tabii babanın seni sonsuz sevdiğini hatırlatmama gerek yok.” diye de ekledim.
“Tamam, sıkıntı yok. Yarına ben konuşurum babamla.” dedi.
Sonra kulaklığını taktı. Dijital karşıyla dudağımın uçukladığı bir muhabbete başladı.
“Döndüm ben, haa biliyom duyduğunu. Açıktı alet. Bizim peder takılmış gene sağda, solda. Başlıyoz mu oğlum?

Sayfa : 13