...
Başlık : ÇÖPLÜK
Yazar : Handan ALTIN

 

Ayla, odanın ortasına yığdıklarına baktığında, gözlerine inanamamıştı. Bunca fazlalık niye saklanırdı ki… Yıllardır giymediği fantezi ayakkabıları, topuklu çizmeleri, eprimeye yüz tutmuş spor ayakkabıları, siyah pırıltılı gece kıyafetlerini, ipekli pijamaları, gecelikleri, modası geçmiş elbiseleri ve takıları ayrı ayrı istiflemişti. Onların yanına da evlendikten sonra, genelde gece yarılarında salya sümük yazdığı defterleri, notları, mektupları, kartpostalları, magazin ve edebiyat dergilerini, artık kitaplıkta beklemekten yorulan kitapları da bırakmıştı torbalar içinde. Yatak örtüleri, halı ve kilimler de bu yığına dahil olmak için bekliyordu. Kızının bohçalı gelinlik öbeği, bebek patikleri, perdeler, severek alınıp üzülerek kullanılan örtüler, geçip giden zamanın soluklaştırdığı yüzleriyle vedaya hazırdılar. Uzun zamandır sürmeyi akıl etmediği ruju ve yine sık sık ıslanan kirpiklerine sürmeyi unuttuğu rimeli… Kapaklarını açıp kapattıkça, renkleriyle, pırıltılarıyla mutlu olduğu anı kırıntılarına gidip geliyordu.

Kafasında onlarca düşünce, bir girdapta dönüp dururken, başını kaldırdığında, ayıklamaya çalıştığı giysi dolabının içinde küçük bir mavilik çekti dikkatini. Dolaptaki sıralı elbiselerin arsından sadece ucu görünen mavili elbiseyi anımsadığı an, geçiştirmeye çalıştığı hüznünün, bedenine ılık ılık yayıldığını hissetti. Elbisenin üstüne astığı, anne yadigârı siyah kürkü, usulca indirip yatağın üstüne koydu. Omuzdan eteğe doğru çoğalarak akan iri çiçek desenleriyle bezeli ipekli elbise, yine hatırlatmıştı kendini. Sol kolu giyildiğinde omuzdan bir kelebek kanadı gibi devam ederken, diğer kol omuzdan itibaren japone kol diye adlandırılan, bir bakıma kolsuz bir modeldi. Askıdan indirdiği elbiseyi üzerine tutarak, dolabın kapağındaki aynada baktı kendine. Çiçeklerini okşadı, parmakları titreyerek. Elbiseyi aldığı gün bir kerecik giymişti, o da denemek için. Gözleri bulutlanmış, sanki şefkatli bir el onu yatağın kıyısına oturtmuştu usulca…

 Islanan kirpiklerinin arasından yanağına sıcacık damlalar inerken, zihninde ortalama bir zaman süreci belirmiş, beş altı yıl öncesine gitti.

Bir butiğin dışarıya çıkarılan askısında görmüştü bu elbiseyi. Rengi kumaşı deseni ve modeli sanki onun için tasarlanmıştı. Denediğinde bedeni de tam üstüne oturunca, hiç düşünmeden almıştı elbiseyi. Bayram seyran değildi bir yaz günüydü sadece. Hangi mutlu ana denk gelirse, güzel bir akşam yemeğinde, bir davette, ya da kim bilir oğlunun nişan töreninde giyecekti. Yakası kayık, kesimi bol dökümlü ve etek boyu, dizde olduğu için kocası gördüğünde bir bahane bulamayacak, “Hı güzel miş…” diyecekti belki de; kaşları çatık, duygusuz, öylesine… Saçlarını açıp iri dalgalar yaptırdığında daha bir hoş görünecekti bu elbiseyle. Bir de güzel bir makyaj...

Ama nedense ne birlikte ne de bu son üç yılda giyildi bu elbise. Askısıyla birlikte dolapta yer değiştirdi sadece. Kıyamadı onu da yığının üstüne bırakmaya Ayla. Kucağına alıp öylece oturdu, gözlerini odanın ortasındaki eşyalara dikerek. Uzaklara daldı, dört duvar bir odanın dışındaydı artık. Eskiden diye başlayan bir cümlenin devamındaydı. Beşinci duvarın ardında bir çöplüğün başındaydı şimdi.

Eskiden her mahallenin bir çöplüğü vardı. Kışın soba külleri, yazın ocak küllerinden bir yığın olan çöplüğe “küllük” derdi mahalleli. Küllerin üstüne evlerden gelen çöp kovaları da dökülürdü. Artık işe yaramayan paslı tenekeler, cam kırıkları, soğan patates kabukları, kelle paça kemikleri … Baharda kokmuş turşu küplerinin dipleri, uzun süren kışlarda dökülen sıva kalıntıları… Belki hatırlayamadığı başka şeyler de vardı ama nedense aklına hemen bunlar gelmişti. Bir de çöplükte eşinen horozlar… Aşağı mahallenin çöplüğüyle, yukarı mahallenin çöplüğü arasında da aman aman bir fark yoktu zaten.

 Eskiden, eskiyince hemen çöpe atılan öyle çok şey de yoktu. Küçükler, büyüklerin ufalmışlarını giyer, büyük çocuklara da yetişkinlerin giysileri küçültülüp giydirilirdi. Bayramlarda, seyranlarda alınan, giysiler genelde ayakkabı, kazak ve pantolon olurdu. Kızların elbiselerini, pijamalarını da basma ya da pazenden dikerdi anaları. Zıbın denilen iç çamaşır da Amerikan bezinden dikilirdi. Eskiyen giysiler yamanır, boyanır tekrardan giyilir hâle getirilirdi. İyice epriyen giysiler, örtüler, çarşaflar da biriktirilip şehrin pırtıcısına götürülürdü. Burada öğütücü makinalara atılıp, iplikle pamuk arası hâle gelince kadınlarla çocuklar bu tozlu öbekleri bohçalayıp sevinçle giderlerdi evlerine. Yer minderi, döşek ve yastıklar yapılırdı, koyun yünü anca evlerde sırınan yorganlara yetiyordu.

Ne günlerdi diye iç geçirdi Ayla, çocuklara takılır, o da giderdi bu şenlik zamanına. Yırtık pırtık deri, naylon, ayakkabı terlik, takunya, Gislaved marka lastik ayakkabılar da çöpe atılmazdı. Evlerdeki taş ocaklarda, kapı önlerinde yakılan maltızlarda, sobalarda yakılırdı; bazen hayvan gübresinden yapılan tezeğin yanında, bazen kömürü tutuştururken…

Demir, bakır gibi madeni atıkları da mahalle aralarında dolaşan hurdacılar toplardı.

“Hurdacı geldi hanım, hurdacııııı…”

Ayakları kırılmış, yayları fırlamış, paslanmış somyalardan tutun da kalbura dönmüş teneke leğenlere, kırık dökük musluklara, harabelerden çıkarılan demir, bakır parçalarına kadar her türlü atık, mahallenin onurunu temsilen üç ya da dört tekerlekli arabaların üstünde yolculuğa çıkardı…

Kadınlar evleri her sabah temizler, dışarı atılacakları güneşin önüne atarlardı, yaz bahar günleri. Silkelenen kilimler, çivitle kaynatılmış çamaşırlar, bir türlü ısınamayan yaşlılar, gün doğunca dört duvar arasına sığmayan çocuklar… Ağaçların tepesinde, dam üstlerinde, mahallenin ortasındaki meydanlık alanda, kısacası evin dışında her yerde oyuncu olan çocuklar… Rastgele doğmuştu çoğu ve Mevla’m kayıra büyüyorlardı...

Ev işlerini bitirip yorgun düşen kadınlar, öğlenden sonra ilkindi çayı için toplaşırlardı bir ağaç gölgesine, ya da komşulardan birinin kapısına. Ellerinde dantel, nakış, örgü, bazen de sökük, yırtık onarılacaklarla otururlardı odun semaverinin çevresine. Açık çaylarını yudumlarken “Birinci” paketinden çıkardıkları cıgaralarının dumanını moraran dudaklarının arasından havaya doğru üflerlerdi. Genelde başlarını havaya dikerken, gözlerini söze başlayacak gibi dumana sabitleyerek bir hoh salarlardı önce. Eksik dişleri görünürdü kahırlı konuşmalarında, ya da kahkaha atarken… Her şey demindeyken, sıra kafalarının içindeki çöplüğü temizlemeye gelirdi en son. Biri lafın ucunu açardı gülümseyerek.

“Eeee nerede harda hurdalarınız bacım, bak hurdacı geçer birazdan, geç kalmayın ha!”

Çok değil dünden bugüne kırılan dökülen ne varsa yavaş yavaş dökülürdü orta yere. Biriken çer çöpler daha çok işsiz güçsüz koca, oğlunu fişekleyen kaynana, görümce, ya da en yakın komşu, en uzak akrabadır en fazla. Eee hayırsız evlat zaten en büyük dert. Mahallenin çöpüne benzerdi, kafalardaki çöpler de. Ne gazetesi, kitabı vardı ne modası geçen ayakkabı, terlik muhabbeti. Kül vardır içlerindeki yangından artakalan. Yamur yumur tenekeler, kafatası, el ayak kemikleri … Kırılmıştır kol, yen içindedir sözde. Aslında duymayan yok ama… Kelle paçanın sarımsak kokusu, bağırsaklarda biriken gaz… Biraz küfür, biraz gözyaşı, sonrası içi yana yana beddualar…

“Boş verrr… Kış kış de gitsin evin arka bahçesine. At bir kahkaha, bak kaç kalem pirzola yemiş olursun be bacım, vallahi de billahi de değmez! Ben bir anlatsam sen ağladığına utanırsın ha…” tesellileri.

İncir çekirdeği sanıp susmalar başlar o an, diğeri sözü alıncaya kadar. Kötü bir rüya mı gördün…

“Aman haa! Sakın anlatma bacım, git suya, alıp götürsün ne varsa!”

Akıp giden sular, zaten hep kadınların kurtarıcısıydı. Dertlerini dökmek ne ki, evi dökerdiler derelerin, çayların kıyısına. Kilimler, battaniyeler, döşekler, minderler, örtüler, biriken çamaşırlar taşınırdı at arabalarıyla yeşil çimenlerin üstüne. Kazanlar kurulurdu çamaşır için. Kilimler yıkanırken, çişli döşeklerin yüzleri sökülür, yünleri de yıkanıp güneşe serilirdi. Çocuklar da yıkanırdı buz gibi kar sularında, güneşte kururlardı. Yoktu aşağı mahallenin kiri pasıyla, yukarı mahallenin kiri pası arasında bir fark. İs kokar, küf kokar, çiş kokardı. Sonra da sabun kokar, soğuk su kokardı, kadınlar temizledikçe. Akşam ocaktaki çorba kokusu bütün kokuları yer yutardı, kesme aşının dağ kekiği koktukça.

Belediye arabaları tamirden çıkınca, mazotu da bulunca dolaşırlar bütün mahalleleri. Küllükler kürekle atılır damperli kamyonlara, güçlü kuvvetli çöpçülerce. Temizdir artık şehrin içi, şehrin etrafındaki uçsuz bucaksız kırlara taşınmıştır küllükler, yenisi yığın olana kadar.

Şimdilerde küllük yok artık. Sıralı dertleri nakışlayan, bazen gül oya yapıp örtünen, yüreğiyle seni sarıp sarmalayan, dert savuşturma ustası komşular da yok. Sıralı çöp konteynırları, mutfak atıkları, atık cam, atık ambalaj, atık piller, giysi kumbaraları var. Kumbara; çeşidi, biçimi, özelliği çağa uygun, tüketirken, tükenen bedenlerden, ruhlardan, kopan atıkları biriktiren kumbaralar. Biriktikçe, parçalanacak, eritilecek, soğutulacak, şekillenecek ne varsa, yeniden, tüketilmek, yeniden tükenmek üzere raflarda alacak yerini.

“Alana yenidir bir başkasının eskisi,” derdi Ayla’nın annesi, birine eski bir şey verdiğinde.

Ayla geçtiği eşikten geriye sektiğinde, kucağındaki elbiseyi yeniden sevip okşadı. Onu askıya astı ama annesinin kürkünün içine değil, bu defa en görünüre… Dolabın kapağını kapatmadı. Onu eksik bırakan, engelleyen, geri çeken yaşam alanını daraltan bütün fazlalıklarla vedalaşırken, eksiklere, ukdelere açılan ferah alanda, kendine “hoş geldin” demeye hazırlanacaktı artık. Önce elini yüzünü yıkadı, sonra aynadaki yansımasına gülümsedi, yüzünü kurutup saçlarını taradı. Siyah pantolonun üstüne pembe kazağını giydi. Salona geçti, çekmecedeki aile fotoğrafını çıkardı, sadece küçük kıza baktı bir süreliğine ve… “Seni seviyorum…” dedi resmi masanın üstüne bırakırken. Beyaz kurdeleli, siyah önlüklü kız kocaman gülümsedi. Sonra duvarda asılı resimdeki çiçeklere baktı, emeğinin imzasını sevdi. Damla sakızlı kahvesini yapıp yanına iki de lokum koyduktan sonra, ceviz oymalı baba koltuğuna oturdu iç ferahlığıyla. Dışarıda fırtına dinmiş, dingin bir hava tüm güzelliğiyle ona, “Hoş geldin…” demişti. Yağan yağmur, esen fırtına, gecenin ayazı, bahçede açan iki kırmızı gülü usul usul büyütüyordu…

Teras kapısını açıp dışarı çıktı Ayla. Güllere hayranlıkla baktı yine. İyot kokulu havayı uzun uzun soluyup, “Hoş bulduk hayat, hoş bulduk…” dedi. “Yeniden, yeniden…”

                                                                                                 (  La yayinlari Mart 2021)

Sayfa : 10