...
Başlık : ÇANTADAKİ ANILAR
Yazar : Müslüm Karadayı

Halep şehri, çocukluğundan beri büyülü bir yaşam alanı olarak kalmıştı belleğinde. Osmanlı’nın son dönemini ve Fransız işgal yıllarını yaşamış büyüklerinden dinlemişti bu büyülü kenti. Çarşıları, kalesi, görkemli Baron Oteli, sütle mayalanan tatlıları ve rengarenk giysili kadınlarıyla Halep, hayalini kurduğu dünyanın başşehriydi sanki.

       Bir öğle üzeri sırtında çantası, boynunda fotoğraf makinesi ve elinde kamerasıyla Baron Caddesi’nde kendini bulunca ne yapacağını şaşırdı. Şairin “yolun yarısı” dediği kadar geçen ömründe görmeyi arzuladığı hayalindeki şehirdeydi ve dipsiz bir kuyuya atılmış gibi hissetti kendini. Arapça müzik ve konuşmaların tanıdık tınıları arasında yavaş yavaş kendine geldi ve görüşmek istediği Ahmet Naimi’yi aramak için telefona sarıldı. Genç bir kadın sesi duyunca, ne diyeceğini şaşırdı önce.

       -Marhaban, dedi sesine duygusal bir ifade vererek, ardından da ekledi:

       -Ene ismi Halalı Barış. Yeni öğrenmeye çalıştığı Arapçasıyla derdini anlatırken, alnını ter basmaya başladı ve nihayet Ahmet Naimi’nin geleceğini karşı taraftan öğrenince derin bir nefes aldı.

       -Şükran, ila lika, deyip telefonu kapattı ve ağır çekim yapar gibi sağ ayağının üzerinde dönerek keskin bakışlarıyla etrafını taramaya başladı.

       Yakınındaki bir sokağın girişinde duran tabelaya takıldı gözü, “Arif Rifai Sokak” yazıyordu. Antakya’dayken eski kuşak bir dostundan Rifailerin Arap dünyasında yaygın bir isim olduğunu duymuştu. Antakya’dan tanıdığı, çok iyi anlaştıkları fotoğrafçı, tiyatro sanatçısı Kasım Rifai aklına gelince, kendini biraz daha güvende hissetti. İlginç bir güven duygusuydu hissettiği. Bir tabeladaki ismin o sokağa, alana güven duymasına vesile olacağı aklına hiç gelmezdi. Kısa bir süre sonra otobüs firmasının yazıhanesine döndüğünde içeriye orta boylu, kumral saçlı ve sempatik gülümsemesiyle dikkatini çeken otuzlarında bir erkek girdi. Yazıhaneye bakan beyaz tenli ve müzik söyler gibi konuşan Ebu Ziyad’la konuşmaya başladı:

       -Beklediğim insan bu olmalı, babasını andırıyor.

       İçeri giren kişi, kendisine döndü ve Türkçe:

       -Antakya’dan gelen siz misiniz? diye sordu. Ahmet Naimi’nin Türkçeyi çok iyi konuşmasına sevindi ve kendini tanıtarak onunla kucaklaştı. Sanki yüzlerce yıl önce dedeleri ve nenelerinin dağlar arasındaki köyde kurdukları sevgi bağını, Halep’te yeniden canlandırıyorlardı.

       Ahmet Naimi’nin babası, çocukken doğduğu evden, ailesinin yaşadığı köyden koparılmış, Halep’te yaşayan halasının kucağında büyümüştü. Çocuğu olmadığı için sevgisini yeğenine adayan Maksude Hanım, eşiyle fikir birliği yaparak iyi yetişmesi için olanaklarını onun yoluna harcamıştı. Zekası ve halasının desteğiyle ilk, orta ve lise eğitimini aldıktan sonra, asker olarak hayata atılmak istediği için harp okuluna gitmiş ve dereceyle bitirip parlak bir subay olarak orduda görev almıştı. Yurtsever ve toplumcu görüşleri doğrultusunda ülkesinin gelişmesi için bağımsız bir dış politika, planlı kalkınma, halkın kooperatifleşmesi konularına kafa yorması, kurmayların dikkatini çekmişti. Mısır’da ortaya çıkan Nasırcı harekete sempati duymuş, ülkesinde de emperyalist ülkelerden bağımsız bir siyaset izlenmesi için ordu içindeki siyasi kutuplaşmada yerini almıştı. Mısır’la Suriye’nin Birleşik Arap Cumhuriyeti çatısı altında kısa süren birliğine bütün enerjisiyle destek vermişti. Suriye yönetiminin bu birlikten çekilmesi kararına karşı çıktığı için de Savunma Bakanlığı tarafından sivil göreve atanmıştı.  Muhammed Naimi, ordudayken Halepli güzel kadın Hamide’ye aşık olup onunla evlenmişti. Karısının ailesi de Antep köylerinden gelerek Halep’e yerleşmişlerdi. Onlar, uygarlıklar dünyasının kadim kentinde sevdalarını yaşamış, çoluk çocuğa karışmışlardı.          Askerken, Hamide Hanım’la baba yurduna birkaç yılda bir gitmişlerdi.  Sivil yaşamda, ana yurduna duyduğu özlemi gidermeye, çocukluğunda yeterince hissedemediği baba sevgisinin boşluğunu doldurmaya çalışmıştı. Yılda en az bir kez doğduğu köye gidip ailesiyle, köylülerle ilişkilerini geliştirmeye özen göstermişti. Özellikle çocukları Ahmet’le Meryem Meysun’un, yakınlarıyla kaynaşmasını istemişti. Emekli olunca da birikimini toplayıp Antakya’ya yerleşmeyi, iki kadim kent arasında kendince kültür köprüsü kurmayı düşünmüştü. İnsanın bütün hevesinin, düşlerinin kursağında kalmasının acısını emekliliğinden kısa süre sonra geçirdiği kalp krizinde derinden hissetmiş, ikinci krizde de hayata gözlerini yummuştu.

       Ahmet Naimi, babasının düşünü gerçekleştirecek cesareti gösterememiş, eşini ve çevresini bu konuda ikna edemediği için Halep’teki kaynak atölyesinde ailesinin geçimini sağlamak için alın teri dökmeye devam etmişti.  Kardeşi Meryem Meysun, kendi yuvasını kurmuş, çocuklarının geleceğinin peşine düşmüştü. Annesi de çocukluğunun kentinde, kocasının hatıralarıyla yaşıyordu.

Ahmet Naimi, baba tarafından akrabasının kendisini ziyarete gelmesine çok sevinmişti. Onunla babasının anılarını paylaşmak, merak ettiği yerleri ona gezdirmek istiyordu. Konuşmak istediklerini akşama bırakarak, şehrin tarihi mekanlarını gezdirmeyi öncelemişti. Ramazan ayı nedeniyle belli bir saatten sonra herkesin evine çekileceğini, araç bulmakta zorlanacaklarını söyleyerek, nereleri gezmek istediğini sordu konuğuna. Baron Otel’den başlayarak, müze, çarşı ve kaleyi görmek istediğini söyledi Halalı Barış. Bunlar, birbirine yakın yerlerdeydi. Bir de Seyit Nesimi’nin tekkesini görebilirse, yedi ulu ozandan birinin mekanını görmenin sevincini yaşayacağını belirtti. 

Konuğunu güneş batmadan bu mekanlarda gezdirebilmek için hızla yan sokağa döndüklerinde, karşı köşedeki Baron Otel’inin bir cephesini gördüler. Halalı Barış, fotoğraf makinesini ve kamerasını çıkartıp ilginç bulduğu her kesitten kareler almaya başladı. Doğudan gelen Ermeni bir ailenin bin dokuz yüz onlarda bu oteli yaptığını, Cemal Paşa’yla Mustafa Kemal Paşa’nın da bu otelde kaldığını, girişte tanıştıkları ve Türkçeyi düzgün konuşan bir görevli kadından öğrendiler. Sorduklarında, Antakya’dan Halep’e göçen bir Ermeni ailenin torunu olduğunu söyleyen görevli kadın, Mustafa Kemal’in kaldığı odanın müze yapılarak korunduğunu anlattı. Tarih, bütün çıplaklığıyla gerçekleri, gerçeğin peşinde koşanların önüne seriyordu ve bunu yaparken her türlü ayrımı tuzla buz ediyordu. Ermeni görevli kadının ikram ettiği çayı yudumlarken, gelişen sıcak sohbetten bunu fark etmemek için aptal olmak gerekirdi.

Baron Otel’i arkalarına alıp hızla kaleyi gezmek için tabana kuvvet derken, bu kadim kentin taşlarının süt beyazlığı dikkatini çeken Halalı Barış, araştırmacı merakıyla Ahmet Naimi’ye Halep’in anlamını sordu. Süt veren anlamına geldiğini öğrendiğinde şaşırdı. Hazreti İbrahim’in ineğinden süt sağarak yoksullara dağıtma efsanesini okumuştu ama Halep adının buradan geldiğini duymamıştı.

Kale, kente hakim bir tepenin üzerine kurulmuştu. Bir zamanlar suyla doldurulduğu söylenen kanalla dört bir tarafı çevrilmişti. Güneşin Cebel-i Ekrad’dan vuran kızıllığı kalenin duvarlarında altın sarısına dönüşüyordu. O kızıllığın büyüsüyle kale kapısına geldiklerinde görevli, ziyaret saatinin bittiğini söyledi. Aşık Emrah’ın aşkını aradığı, Kerem’in Aslı’nın ateşine yanıp kül olduğu Halep’in kalesini gezememenin ateşi düştü içine Halalı Barış’ın. Gece yarısı Şam’a gideceği için, önce buraya gelip gezmediklerine üzüldü. İçi içini yedi. Onun yüzüne yansıyan üzüntüsünü fark eden Ahmet Naimi:

- Ömrün sonuna gelmedin ya hısım! Kapımız her zaman sana açık. İstediğin zaman gel, merakını giderecek her yeri gezdiririm. Gel karşıdaki çarşıyı gezelim şimdi, dedi.

-Dar zamanlar, bir şeyin tadının gıdım gıdım alındığı anlardır. Daha fazla ertelemeden kaleyi görmeliyim. Şimdilik Kapalı Çarşı’yı görmekle yetinelim bakalım.

-Her şey istediğin zamanda, arzuladığın yerde olmuyor ne yazık ki. Marifet, ulaşabildiklerinin, kavuşabildiklerinin hakkını vermekte.

-Aynı zamanda değerini bilmekte değil mi?

-Mutlaka…

Çarşının Valilik binasına bakan kapısına birkaç basamak merdiveni inerek geldiler. Çok güzel işlemeli ahşap bir kapının fotoğraflarını değişik açıdan, uzaktan ve yakından çekti Halalı Barış. Birkaç slayt çekimi de yaptıktan sonra içeri girdiklerinde altın ve gümüş takıları, bin bir desenli halı ve kilimleri, bindallılar başta olmak üzere ipek giysileri, Halep sabununu, ağaç oymalı süs eşyalarını belleğine kaydettiği gibi fotoğraf, slayt ve video çekimleriyle belgelemeyi de unutmadı.

Akşam güneşi çarşının batı kapısına son ışınlarını yansıtırken dışarı çıktıklarında, su sesi ve müzikle insanların tedavilerinin yüzlerce yıl yapıldığı Bimaristan’ın da kapandığını öğrendiler. Ahmet Naimi:

-Haydi biraz da üniversiteyi ve çevresini gezdireyim sana. Yeni kent, o tarafta kuruluyor. Bakalım orayı beğenecek misin, nasıl değerlendireceksin? dedi.

-İyi olur. Şam Üniversitesi’nden tanıdığım Doktor Colan, Suriye’de yüksek okul mezunlarının oranının Türkiye’den fazla olduğunu söylediğinde çok şaşırmıştım.

-Doğrudur. Özellikle Şam, Halep ve Lazkiye’de yüksektir.

-Bir de Halep Üniversitesi’ni görelim bakalım, diyen Halalı Barış, kamerasını ve fotoğraf makinesini çantasına yerleştirdi. Ahmet Naimi’nin yoldan çevirdiği taksiye binerek El-Furkan’a gittiler. Hava karardığından, üniversitenin her tarafının aydınlatıldığını gördüler. Birkaç fakültenin bulunduğu yerleşkeyi gezerken, bazı binalarda gece dersi verildiğini fark ettiler, bahçede öğrenci ve hocaların hararetli konuşmalarını bilim yuvasına duydukları saygıyla dinlediler, spor yapanların kıvraklığını da zevkle izlediler. Üniversiteden ayrılıp ara caddelerde yürürken, mermer işlemeli villa ve köşklerin yan yana dizildiği Halep’in başka bir yüzüyle karşılaştılar. Son yıllarda kapitalist dünyaya açılan uygulamalardan yararlanarak palazlanan yeni bir burjuvazinin ortaya çıktığını, onların da El-Furkan’da odaklandıklarını öğrenen Halalı Barış:

-Ticaret burjuvazisi, sanayi burjuvazisinden daha kıyıcıdır. Hele ikisinin birleştiği sektörlerde tekelleşme ve halka istediklerini dayatma ağır basar. Halep’te özel bankalar, yabancı fabrikalar da açılmaya başladı mı acaba? diye sordu.

-Doğru tahmin ettin. Geçen yıl ikincisi açıldı. Özellikle tarım arazilerini ipotek alarak kredi dağıtıyorlar, diye yanıtladı Ahmet Naimi.

-Bu gidiş, Suriye halkı için cehennemin yolunun parke taşlarıyla döşenmesidir. Bu süreç, baban gibi yurtsever, toplumcu yöneticilerin halkla birlikte sağladıkları birikimlerin yağmalanmasıyla sonuçlanırsa, çok yazık olur. Suriye halkı, bunun önüne mutlaka geçmeli.

Naimilerin evlerinin bulunduğu sokağa gelene kadar, Suriye ve Türkiye’nin durumunu, Ortadoğu’da kaynatılan cadı kazanının perde arkasını değerlendirdiler. Yürümekten ve gördükleri üzerine fikir yürütmekten bitkin düşmüşlerdi ki:

-Yorulmadın mı hısım? İşte evimize de geldik. Şimdi eşim ve iki kızımla da tanışırsın, dedi Ahmet Naimi.

-Merakla dolaşırken, yeni şeyler öğrenirken insan zamanın nasıl geçtiğini, bitkin düştüğünü fark etmiyor. Bak sen söyleyince ayaklarımın isyan ettiğini anladım. 

Bahçeli bir binanın giriş katındaki dairenin kapısı açıldığında, güler yüzlü bir anneyle, cıvıl cıvıl hareketli ve konuşkan iki kız karşıladı onları.

-Hoş geldiniz. Adım Rima. Büyük kızımızın adı Ranya, küçüğününki de Danya.

-Memnun oldum. Çok tatlı kızlarınız var. Onlara sağlık ve başarı diliyorum, dedi Halalı Barış.

-Şükran ya hayyo, dediler karı koca Naimiler.

Yemekten önce buz gibi meyan suyu içtiler. Rima’nın elleriyle yaptığı Halep yemeklerinin kokusunun geldiği masaya geçerek, önce soğuk, sonra da sıcak yemeklerin tadına vardılar. Etin lif lif göründüğü, patlıcan ve nohudun sumakla terbiye edildiği, domates ve biber salçalı summakiyenin lezzeti çok güzeldi. Yanında ikram ettikleri içli köfteyle yemenin tadına doyum olmuyordu. Lebeniye dedikleri et, pirinç, sarımsak ve yoğurtun üzerine nane katılarak yapılan çorbanın, içene verdiği damak tadı da etkileyiciydi. Halep’te lebeniyenin yanında içli köfte verildiği için Antep’tekinden farklı bir lezzeti vardı.

Sıra çay eşliğinde verilen tatlılara gelince, sütten yapılanlar başta olmak üzere şekerlemede Urfa, Antep ve Antakya mutfağının Halep’le benzerliği üzerine sohbete daldılar. Belluriyenin dil üstünde yayılan kıvamına hayran olan Halalı Barış, içi kuru üzüm, Hindistan cevizi, fıstıkla doldurulup pişirildikten sonra şerbete batırılan ve meyan suyuyla ikram ettikleri Ramazan pidesinden de azıcık yiyerek tadına baktı. İçine buz katılmış meyan şerbetini içtikten sonra:

-Birçok gıdayı bir araya getirip tatlandırmayı bilen insan, paylaşmanın da tadına vardıktan sonra niye düşmanlıklar, savaşlar olsun ki? İnsanlar, toplumlar arasına çekilen siyasi sınırlar, halkların kültür ortaklığını yok edemiyor işte. Mutfak kültürümüz başta olmak üzere üretim biçiminden gelenek-göreneklere kadar yaratılan ortak değerlerin sınır tanımadığı ortada, dedi.

Savaşların yol açtığı yıkıma karşın, toplumların ayağa kalkmasında, insanların umutla acılardan sıyrılıp birlikte yaşama tutunmalarında bu ortak değerlerin öneminde hemfikir oldular Naimi’lerle.

Halalı Barış, gece yarısından sonra Şam yolculuğuna başlayacağı için Ranya ve Danya’yla da sohbete daldı. Onların okudukları şiirleri, Feyruz’un şarkılarını dinledi. Çocuklarının, dedelerinin geldiği toprakları da görmelerini istediğini dile getirince Ahmet Naimi, sömürgecilerin çıkardıkları savaşlarda haklı tarafta olanların birliğine konuyu getiren Halalı Barış:

-Biliyor musun? Çanakkale’de İngiliz işgaline karşı savaşırken cephede ölen Abdullatif, Hüseyin dedemin amcasıymış, dedi.

-Bunu duymamıştım ama Çanakkale’de şehit düşen Halepliler yanında Suriye’nin tüm illerinden altı bin askerin olduğunu biliyorum, diye yanıtladı Ahmet Naimi.

-Dünyanın neresinde olursa olsun, haksızlığa, zulme ve işgale karşı halkların birliği Çanakkale’deki gibi sağlanırsa, savaş tüccarlarına da meydan bırakılmaz. Bunun bilincinde olmayan komşular, halklar birbirini boğazlarken, onlara silah satanlar, yer altı ve yer üstü zenginliklerini de sömürüyor. Oysa, Dünyanın kaynakları tüm insanlığı bal gibi geçindirir. Kıtlık da olmaz, yoksulluk da.

-Aynen. Babam, Halep’e halasının yanına geldiğinde Fransız işgali sürüyormuş. Aslında tarım ve sanayi alanında altyapı varmış burada. Ancak, Fransa’ya bağımlı kılmak için montaj sanayi uygulamışlar. Babam, önce Şam’da Müessese-i İstilakiye Genel Müdürlüğü yapmış. Bu dönemi hatırlıyorum. Halkın gıda ihtiyacını karşılayan bu kurumdaki başarılı çalışmalarından dolayı babamın saygınlığı arttı. Sonra Kamışlı’da kalkınma çalışmalarında yol gösterici oldu. Oradan da Halep’e geldi. Toprak Mahsulleri Ofisi Müdürlüğü’nü üstlenmesiyle birlikte burada fıstık, tahıl, zeytin, tütün, pamuk üretimi hızla arttı. Bunların işlendiği yeni fabrikalar kuruldu. Birçok açıdan ülkemizin dışa bağımlılığı sona erdi bin dokuz yetmişlerden sonra.

-Son görüşmemizde tekstil sektöründe çalıştığından söz ederdi. Öyle değil mi?

-Tabi. Sündüz Devlet Kumaş ve Halı Kurumunun Genel Müfettişiydi. Kısa süre çalışıp oradan emekli oldu zaten.

-Üniversite öğrencisiydim. Babanla bir gün köyümüzün mesire yeri Ağcapınar’da uzun uzun sohbet etmiştik. Suriye’deki kamuculuğun Sovyet desteğiyle güçlendiğini, ormanların korunduğunu ve zeytinciliğin yaygınlaştırıldığını, barajların yapıldığını, iklimin de zamanla değiştiğini anlatmıştı. O zaman dank etti kafama.

-Neydi dank eden?

-Bizim çocukluğumuzda Suriye köylerinde elektrik yanardı geceleri. Bizim köylerde gaz lambası ya da lüks yakılırdı. Demek altmışlı yıllarda barajlar yapılmaya başlanmış Suriye’de, diye düşündüm. Muhammed Naimi abimiz o kadar çok şey anlattı ki o gün bana… Düşündüm, bunlardan hareketle öyküler, romanlar, siyasi ve ekonomik yapıtlar kaleme alınabilirdi. Babana günlük tutup tutmadığını, anılarını yazıp yazmadığını sordum. Ağzından hiçbir sözcük çıkmadı. Sanki bir süre ağzına kilit vurulmuş gibi durdu ve uzaklara baktı. Sonra bana dönerek hüzünlü bir bakış fırlattı. O bakış, mıh gibi beynime çakıldı. Sık sık o sahne canlanır belleğimde, o bakışın anlamını düşünürüm. Her düşündüğümde de Âşık Garip’in şiiri gelir aklıma. 

               İşte geldik gidiyoruz
               Şen olasın Haleb şehri
               Çok ekmeğin tuzun yedik
               Helâl eyle Haleb şehri.
               Çok garibler sana gelir
               Gelir de eğlenir kalır
               Her kişi murâdın alır
               Şen kalasın Haleb şehri.

  O gariplerden biri olarak Muhammed Naimi, Halep şehrinde anılar çantasında kim bilir neler biriktirdi ama biz bunların çoğundan habersiz kaldık, diye hüzünlenirim.

Halalı Barış’ın gözlerinin nemlendiğini, sesinin titrediğini fark eden Ahmet Naimi de gözyaşlarını gizleyerek arka odaya gitti. İçeriden hıçkırıklar yükseldi. Böyle zamanlarda yürekten kopup gelen hiçbir şeyin akışına engel olmamak gerektiğini bildiği için, onun kendini toparlamasını bekledi. O, babasının izdüşümleriyle döşenen odadan, biraz sonra elinde şifreli bir çantayla geldi.

-Ya hısım, babamın neler yaşadığını madem bu kadar merak ettin bugüne kadar, bu çantadakileri okumak senin hakkındır o zaman. Ana sütü gibi sana helal olsun, diyerek çantayı kucağına bıraktı Halalı Barış’ın.

Sayfa : 11