...
Başlık : Taziye Evi
Yazar : Ayşe Ege

        Kadınlar, yerdeki minderlere oturmuş sürekli konuşuyorlardı. Sıcağın etkisiyle kapı ve pencerelerin ardına dek açık tutulduğu odanın bir köşeciğinde kendime yer bulmamla oturmam bir oldu. Eşikten içeri bakan küçük bir erkek çocuğunu tam o ara gördüm. Ayağından çıkarmaya çalıştığı yırtık ayakkabılarını birbirine hizaladıktan sonra, öteki ayakkabıların uzağında bir yere dikkatle bıraktı. Onu izlerken, “Okula başlamış mıdır?” diye geçirdim içimden, yaşını merak etmiştim.
        Eşikten atlayarak odaya girdi sonra; duvara dayalı bir mindere doğru yürümeye başladı. Kendisine büyük adam edası verebilmek için, kürek kemiklerini birbirine yapıştırıp göğsünü kabartmaya çalışıyordu yürürken. Bir efelenme hali sezmiştim. Bu pozisyona girebilmek için, kim bilir kaç gece ve gündüz çalışmıştır diye geçirdim içimden. Odadakiler sus pus, çocuğa yol verebilmek için birbirlerinin üstüne yığılarak ince bir koridor oluşturmaya çalıştılar. Sonunda, güç bela ulaştığı minderi yere serip üstüne mağrur bir edayla yerleşti bu küçük adam. Alnındaki terleri eliyle sildikten sonra, “Biri ayran getirsin buraya,” diye seslendi. Kadınlar, rüzgarda salınan başaklar gibi şöyle bir dalgalandılar. Aralarından biri, mutfaktan getirdiği tası usulca eline tutuşturdu. Odanın havası birden değişmiş, herkes göz ucuyla onu izlemeye koyulmuştu.
         Yanında oturduğum yaşlı kadın,
“Rahmetli,” dedi “gider ayak anasıyla ablasını ona emanet etmişti, evin tek oğlu, cenazeden bu yana babasının minderinden kaldıramıyorlar. Geçende mindere geçmiş oradan anasına, nerde kaldın diye söğmeye başlayınca bir temiz dayak yediydi…”. Kadına
, “Yerime mukayyet ol,” dedikten sonra, itiş kakış yanına gittim çocuğun. Cakasını bozarım korkusuyla,
“Ben köyünüzde misafirim,” dedim olanca yumuşaklığımla, “ismini merak ettim de…”. Başını önüne eğip,
“Abdurrahman” dedi yüzüme bakmadan. Yaşını sorduğumda, cevap vermedi. Sohbeti koyultamayacağımı anlayınca yanından ayrılıp yerime döndüm. Sonrasında, gözümü ne ondan, ne de eşiğin az ötesine bıraktığı yırtık ayakkabılarından ayırabilmiştim.
         Karşı odadan yükselen çocuk çığlıkları üzerine, minderden ağır ağır kalkan Abdurrahman kadınların arasından zor bela geçerek, bir festival şenliğindeki odaya girdi. Bir tabletin üstüne abanmış bir grup çocuk, onun odaya girdiğini fark etmemişti. Çocukların karşısında dimdik ve sessiz beklemeye koyuldu. İki kolunu göğsünün üstüne dolamıştı. Oyuna çağrılmayı bekledi bir süre. Çağrılırsa lütfedip oynayacaktı. Kimsenin kendisiyle ilgilenmediğini görünce, birini yeleğinin arkasından tutarak yanına çekti. Her an bir çıngar çıkaracağı endişesiyle, odayı dikiz ediyordum. Ben çocuklara saldırıya geçeceğini düşünürken, o dişlerini sıkarak kulaklarını kapatmaya çalışıyordu. Bir sarkaç gibi iki duygu arasında gidip geldiği o kadar belirgindi ki. Giderayak babasının üzerine yıktığı yetişkin erkek rolü ile engellenmesi güç çocuk merakı… Onu izlerken hangi halin daha baskın çıkacağını doğrusu kestiremiyordum.
       Bir an dalmış olmalıyım ki, galiz bir küfürle irkildim. Kafamı kaldırınca Abdurrahman’la göz göze geldik. Biraz önceki utangaç çocuk gitmiş, yerine aldığı rol modele rahmet okutan eril kimliği ortaya çıkmıştı. Bulunduğumuz odada mevlid okumaya başlayan hocanın haykırışları ile heyecan dalgasına kapılmış çocuk çığlıkları arasında, Abdurrahman’ın güme giden küfürleri… Muhatapları sanki sağırlar topluluğu idi. Baktı işe yaramıyor, küfürden vazgeçip çocuklara tükürmeye başladı. Yerimden kalkıp bir koşu yanlarına gittim. Çocuklar, bağrış çağrış oturdukları sedirden kendilerini aşağıya atarak yerde debelenmeye başladılar. İçlerinden biri
“Tükürüğü ağzıma geldi” diye kendisini yerden yere atıyordu. Çocuğu kaptığım gibi lavaboya koştum. Ağzını yıkarken
, “İyi yıka, daha yıka” diye ağlıyordu. Gürültü ayyuka çıkınca, odaya gelen Abdurrahman’ın annesi
“Bunun rahmetli babası da böyle tingozdu” dedikten sonra, elindeki terliği öfkeyle,
“kaç len” diyerek Abdurrahman’a fırlattı.
        Abdurrahman kaçmak yerine, yanıma sokuldu.
“Kafa bir hoş” dedi, ağzını yıkadığım çocuğu işaret ederek. Benden bir yanıt alamayınca, babasından kendisine kalan tek miras mindere doğru bir hamle yaptı; üzerindeki hocayı görünce, afallayıp geriye çekildi. Çocuk işte, iktidarın boşluk bırakmaya gelmediğini nereden bilsin. Bir süre ayakta kıpırdamadan duaları dinledi. Arada bir yüzüme bakıp benimle göz teması kurmaya çalışıyor, başaramayınca hocayı yeniden dinlemeye koyuluyordu. Göğsünün inip inip kalkmasından, hızlı nefes alıp verdiğini hissettim. O küçücük kafasından kim bilir ne düşünceler geçiyordu. Üzerine yıkılmış emanetin ağırlığı altında ezilmemek için meydan okuyan tavrı ve düşünceli hali yaşıtlarından olgun bir yüz ifadesi kazandırmıştı ona.
        Sonra kapıya döndü. Eşikteki ayakkabılar arasında, turuncu bir spor pabuç çarptı gözüne. Sevinçle,
“Messi’nin ayakkabıları...” diyerek ayağına geçirirken, gözleri ışıl ışıl yeniden çocuk oldu. Kafasını kaldırıp bir kaç saniye yüzüme baktı. Göz göze geldik. Israrla bir şeyler söylememi bekliyordu. Sözcükler boğazımda düğümlenmiş ne diyeceğimi bilememiştim Abdurrahman’a. Sonra kendi ayakkabılarını bıraktığı yerden aldı,
“Messi”ninkileri ayağından çıkarttı. Bunlar yer yer yırtılmış lastik ayakabılardı, bir çırpıda ayağına geçirip başı önünde sessiz uzaklaştı evden.

Sayfa : 12