...
Başlık : SARI SARI
Yazar : Ş. Didem Keremoğlu

“Yağmur mu yağacak anne, gök mü gürlüyor?” Annem hiç durmadan “Al-lah” diyor. Öyle bir sıkıyor ki elimi, parmaklarım sanki yavaşça parmak uçlarımdan kayıp, yok oluyor. Önden önden yola koşuyor bir de beni, başım arkamda kalıyor; bugün parkta niye çocuk yok ki?
“Park niye boş anne?”
“Önüne bak” diyor, sinirli sinirli iteliyor; iteleme yanağımı anne, çevirmeyeceğim başımı! Tokyom da yeni, annem öyle bir çekiyor ki beni, tokyolar ayaklarımdan çıkıyor. Babam terliklerimi bu evimize taşınmadan önce aldı. Babam eski evimizde kaldı. Aslında henüz yorulmadım ama “Çok yoruldum” diyorum. Bu kez koltuk altlarımdan kavrıyor küçücük bedenimi; hani iyi kızlar tırnak uzatmazdı anne, tırnakların yoluyor beni!
“Çekme öyle.” Geride kalmaya çalışıyorum.
“Gün boyu yürüyecek miyiz? Yoruldum.” Ağlamaya başlıyorum.
“Konuşmazsan yorulmazsın, YÜRÜ” daha bir sıkıyor elimi.
Parkı göremiyorum artık. Oyuncakçıya vardık; mavi uçağa bindirecekti babam beni!
“Babam nereye gitti anne?” diye sorunca, “gebermeye” diyor annem. Amcamla, halam da babamla beraber “gebersin”miş.
“Başı kopsun, cehenneme direk olsun” da diyor. Telefonunda hâlâ üçümüzün resmi… En iyisi babamı çok sormamak. Babam Fatima ablamı “metres” tutmuş.
“Metres ne anne?”
“Orospu demek” diyor.
            Annem yine ağlar diye demedim ama Fatima ablamı da çok özledim.Yazları çok güzel oluyor burası, bir dolu çocuk karşıdaki parkta oynuyoruz. Kışın, güneş gidince yatırıyor annem beni, güneş gelmeden de kaldırıyor. Hep karanlık, hep karanlık!
            Daha önceki evimizin yolu kardan kapanıp yuva da tatil olunca, o zaman üst kattaki Fatima ablam gelirdi yanıma. Kuaförümüz vardı bizim, hemen karşımızda. Annem orada çalışıyor ya; işte gelirdi Fatima ablam bakmaya bana, açardık televizyonu;
“E-la-lem ne der-se de-sin hadiii…”
Televizyonda Seda abla. Ben divanın üstüne, Fatima ablam da hırkasını poposunun üstüne…
“Hadi, hadi hadi hadi hadiii…”
        Burada, yeni evimizin önünde kocaman bir cadde var. Karşıda lokumcu, yanında oyuncakçı. Annem, “orası oyuncakçı değil, kitapçı.” diyor; kapısının önündeki mavi uçak, sarı uçak bi de mor roket ne peki? bence oyuncakçı orası!
       Okula başlayınca annemle beraber okuma kitapları alacakmışız oradan. Oyuncakçının önündeki teyze Halep kahkesi satıyor. Elindeki fısfısla kahkelerin durduğu el arabasının camını siliyor hep.
“Camekan, camekan deniyor ona.” Annem her unuttuğumda camekanı, düzeltiyor beni. Bir de çok üzülüyor kahkeci teyzeye, çocuğu yürüyemiyormuş; çocuğun babası nerede peki?
“Anne, Kahkeci Teyze’nin çocuğunun babası da mı gebermiş?” oh be sordum sonunda!Varmış babası, çalışıyormuş. Çocuk da çocuk değil, büyükmüş. Evde yalnız kalabilirmiş yâni; keşke babam benimle kalsaydı da, yürüyemeseydim ben de!
        İşte yine gök gürledi, gök gürleyince yer de oynuyor. Yağmur niye yağmıyor, şimşekler nerede peki?
        Dondurmacının perdeleri niçin yırtılmış anne?” Kapısı da açık, dondurma arabası yere çalınmış…
       “Yerler hep cam yavrum. Önüne bak, üzme beni; ağlarım bak şimdi.” Annemin sesi titriyor. Sıktıkça sıkıyor elimi!
        “Sakın ha bırakma elimi. Kaybolursun yoksa, başka kadınlar alır seni.”
       Annem elindeki çantayı yola attı, artık yalnızca sırtımızdakiler var. Yanımızdan dili dışarıda bir köpek yürüyor. Dili mor gibi. Babam burada olsaydı yürütmezdi beni! kolumu böyle acıta acıta çekmezdi… babacığım tavşanın çok özledi seni!
“Çok az kaldı” diyor annem, “biz çok şanslıyız.” Başkaları günlerce yürüyor, dağları aşıyormuş. Karşıdaki tepeyi inince varacakmışız. Bizim evimiz zaten yakınmış. Neye yakınmış?
Yollar hep insan dolu. Herkes birbirine küs gibi, kimse konuşmuyor. Çocuklar ağlıyor…
Vardık, varıyormuşuz. Oh be! Ama önce son bir tırmanmamız gerek.
“Çok susadım.” Annem niye bu kadarcık su veriyor bana? Çişim az gelsinmiş.
“Hani çok içmeliydim, su içimizi yıkardı?”
“Konuşma, yürü” diyor. Koynunun üstüne çaputladığı şepitler hep kurumuş, ağzıma alınca büyüyor. Bir de terin kokuyor ağzımda, susuz yutamıyorum anne!

“Yol kenarları ne güzel, sarı sarı. Niye sarı?”
“Papatya tozları uçup katır tırnaklarından akan ballara yapışmış” diyor annem. Yol kenarlarından güneş göz kırpıyor bana ballı ballı!
“Çok az kaldı…”
"Varmamıza mı anne?”
“Su” diyor, “Çok az kaldı.” Bir de neredeyse varmışız zaten.
Annem çok yavaşladı, galiba hasta. Şepitleri koynundan yollara attı, yufkaların çaputunu başına doladı, inliyor.
“Su iç” diyorum. Kızıyor; iyileşemez ki su içmezse!
“Nasıl iyileşecen su içmezsen?”
“Konuşmadan yürü Aisah, yürü!” Ben yürüyorum anne, sen durdun!

Karşısı; şu uzaktaki telin ardı Türkiye’ymiş. Telin önü bir sürü insan, babaların omuzları çocuk dolu. Uzağa bakınca yer oynuyor, yol ip oluyor…
Ayaklarım toprağın sıcağından hep yandı.
Annem yine geride kaldı. Yanına döndüm, toprağa uzanmış. Ağzının kenarından sarı sarı baloncuklar geliyor.
Hiç durmadan “Al-lahhh” diyor.
“Hadi anne kalk ayağa. Düş peşime, tut elimi.” Kaybolurum yoksa başka kadınlar alır beni!

 

 

 

 

 

“Yağmur mu yağacak anne, gök mü gürlüyor?” Annem hiç durmadan “Al-lah” diyor. Öyle bir sıkıyor ki elimi, parmaklarım sanki yavaşça parmak uçlarımdan kayıp, yok oluyor. Önden önden yola koşuyor bir de beni, başım arkamda kalıyor; bugün parkta niye çocuk yok ki?
“Park niye boş anne?”
“Önüne bak” diyor, sinirli sinirli iteliyor; iteleme yanağımı anne, çevirmeyeceğim başımı! Tokyom da yeni, annem öyle bir çekiyor ki beni, tokyolar ayaklarımdan çıkıyor. Babam terliklerimi bu evimize taşınmadan önce aldı. Babam eski evimizde kaldı. Aslında henüz yorulmadım ama “Çok yoruldum” diyorum. Bu kez koltuk altlarımdan kavrıyor küçücük bedenimi; hani iyi kızlar tırnak uzatmazdı anne, tırnakların yoluyor beni!
“Çekme öyle.” Geride kalmaya çalışıyorum.
“Gün boyu yürüyecek miyiz? Yoruldum.” Ağlamaya başlıyorum.
“Konuşmazsan yorulmazsın, YÜRÜ” daha bir sıkıyor elimi.
Parkı göremiyorum artık. Oyuncakçıya vardık; mavi uçağa bindirecekti babam beni!
“Babam nereye gitti anne?” diye sorunca, “gebermeye” diyor annem. Amcamla, halam da babamla beraber “gebersin”miş.
“Başı kopsun, cehenneme direk olsun” da diyor. Telefonunda hâlâ üçümüzün resmi… En iyisi babamı çok sormamak. Babam Fatima ablamı “metres” tutmuş.
“Metres ne anne?”
“Orospu demek” diyor.
            Annem yine ağlar diye demedim ama Fatima ablamı da çok özledim.Yazları çok güzel oluyor burası, bir dolu çocuk karşıdaki parkta oynuyoruz. Kışın, güneş gidince yatırıyor annem beni, güneş gelmeden de kaldırıyor. Hep karanlık, hep karanlık!
            Daha önceki evimizin yolu kardan kapanıp yuva da tatil olunca, o zaman üst kattaki Fatima ablam gelirdi yanıma. Kuaförümüz vardı bizim, hemen karşımızda. Annem orada çalışıyor ya; işte gelirdi Fatima ablam bakmaya bana, açardık televizyonu;
“E-la-lem ne der-se de-sin hadiii…”
Televizyonda Seda abla. Ben divanın üstüne, Fatima ablam da hırkasını poposunun üstüne…
“Hadi, hadi hadi hadi hadiii…”
        Burada, yeni evimizin önünde kocaman bir cadde var. Karşıda lokumcu, yanında oyuncakçı. Annem, “orası oyuncakçı değil, kitapçı.” diyor; kapısının önündeki mavi uçak, sarı uçak bi de mor roket ne peki? bence oyuncakçı orası!
       Okula başlayınca annemle beraber okuma kitapları alacakmışız oradan. Oyuncakçının önündeki teyze Halep kahkesi satıyor. Elindeki fısfısla kahkelerin durduğu el arabasının camını siliyor hep.
“Camekan, camekan deniyor ona.” Annem her unuttuğumda camekanı, düzeltiyor beni. Bir de çok üzülüyor kahkeci teyzeye, çocuğu yürüyemiyormuş; çocuğun babası nerede peki?
“Anne, Kahkeci Teyze’nin çocuğunun babası da mı gebermiş?” oh be sordum sonunda!Varmış babası, çalışıyormuş. Çocuk da çocuk değil, büyükmüş. Evde yalnız kalabilirmiş yâni; keşke babam benimle kalsaydı da, yürüyemeseydim ben de!
        İşte yine gök gürledi, gök gürleyince yer de oynuyor. Yağmur niye yağmıyor, şimşekler nerede peki?
        Dondurmacının perdeleri niçin yırtılmış anne?” Kapısı da açık, dondurma arabası yere çalınmış…
       “Yerler hep cam yavrum. Önüne bak, üzme beni; ağlarım bak şimdi.” Annemin sesi titriyor. Sıktıkça sıkıyor elimi!
        “Sakın ha bırakma elimi. Kaybolursun yoksa, başka kadınlar alır seni.”
       Annem elindeki çantayı yola attı, artık yalnızca sırtımızdakiler var. Yanımızdan dili dışarıda bir köpek yürüyor. Dili mor gibi. Babam burada olsaydı yürütmezdi beni! kolumu böyle acıta acıta çekmezdi… babacığım tavşanın çok özledi seni!
“Çok az kaldı” diyor annem, “biz çok şanslıyız.” Başkaları günlerce yürüyor, dağları aşıyormuş. Karşıdaki tepeyi inince varacakmışız. Bizim evimiz zaten yakınmış. Neye yakınmış?
Yollar hep insan dolu. Herkes birbirine küs gibi, kimse konuşmuyor. Çocuklar ağlıyor…
Vardık, varıyormuşuz. Oh be! Ama önce son bir tırmanmamız gerek.
“Çok susadım.” Annem niye bu kadarcık su veriyor bana? Çişim az gelsinmiş.
“Hani çok içmeliydim, su içimizi yıkardı?”
“Konuşma, yürü” diyor. Koynunun üstüne çaputladığı şepitler hep kurumuş, ağzıma alınca büyüyor. Bir de terin kokuyor ağzımda, susuz yutamıyorum anne!

“Yol kenarları ne güzel, sarı sarı. Niye sarı?”
“Papatya tozları uçup katır tırnaklarından akan ballara yapışmış” diyor annem. Yol kenarlarından güneş göz kırpıyor bana ballı ballı!
“Çok az kaldı…”
"Varmamıza mı anne?”
“Su” diyor, “Çok az kaldı.” Bir de neredeyse varmışız zaten.
Annem çok yavaşladı, galiba hasta. Şepitleri koynundan yollara attı, yufkaların çaputunu başına doladı, inliyor.
“Su iç” diyorum. Kızıyor; iyileşemez ki su içmezse!
“Nasıl iyileşecen su içmezsen?”
“Konuşmadan yürü Aisah, yürü!” Ben yürüyorum anne, sen durdun!

Karşısı; şu uzaktaki telin ardı Türkiye’ymiş. Telin önü bir sürü insan, babaların omuzları çocuk dolu. Uzağa bakınca yer oynuyor, yol ip oluyor…
Ayaklarım toprağın sıcağından hep yandı.
Annem yine geride kaldı. Yanına döndüm, toprağa uzanmış. Ağzının kenarından sarı sarı baloncuklar geliyor.
Hiç durmadan “Al-lahhh” diyor.
“Hadi anne kalk ayağa. Düş peşime, tut elimi.” Kaybolurum yoksa başka kadınlar alır beni!

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sayfa : 11