...
Başlık : NECATİ TOSUNER’LE SÖYLEŞİ: “ Özgürlük bir masaldır, işbu özgürlük masalına inanmakta!”
Yazar : Gülçin Göktay

G.G: Necati Bey, ilk kitabınız Özgürlük Masalı 1965’te yayımlandı. O günden bugüne dolu dolu bir yazın öykünüz var. 24 kitap… İlk kitabınıza bugünkü gözle bakınca ne düşünüyorsunuz? Ardından gelenlerle kıyaslayınca nasıl bakıyorsunuz?

N.T.: Özgürlük Masalı’nın benim yazarlığımda çok önemli bir yeri vardır. Çünkü ilk kitabımdır, ilk aşk gibidir.  Unutulmaz. Yıllar geçtikçe tozlanır, incitmeden yavaşça tozu alınır, tekrar yerine konur. Zaman zaman eski kitaplara bakarım. İçine bakmaya korkarım. Şundan korkarım, bir şeyle karşılaşacağım ve pişmanlık duyacağım. Oysa hiç bunu yaşamadım. Hiç bunu yaşamadığım halde böyle bir aşırı titizlenmenin sonucu bu. İki yıl önce, Özgürlük Masalı yayımlanmadan iki yıl önce, ben Ankara’da Resimli Posta adlı bir gazetede hikâye başlığıyla öyküler yazmaya başladım. Ama o zamanlar edebiyat dergilerini bilmiyordum, çok kitap okuyordum ama Varlık Dergisini bile tanımıyordum. Nasıl yazılır, ne yazılır, bilmeden çıktığım bir serüven. Ben bunu şöyle yorumluyorum, biliyorsunuz bu sakat kalışımın izleri hep sürdü ama ben ona alıştım, onu yazdım, her biçime soktum onu. Ama gençken sakat olmanın verdiği sıkıntılar içimde kaldı. Sanırım yazmaya bunları anlatmak için başladım. Başladım ama kendini anlatmak sandığım kadar kolay değildi. Ancak üçüncü kitabımın adına Kambur diyebildim. Yani bu Özgürlük Masalı’nda anlatılan, Necati’dir.

G.G.: Hocam ben de onu soracaktım, genellikle ilk kitapların yazarın iç dökmesi, kendini anlatması olduğu söylenir, siz bu görüşe katılıyor musunuz?

N.T.: Katılıyorum ama yazar ilk kitabını yayınlamazsa, çekmecede tutarsa  durum değişebilir. Ben o ilk kitaplarda biraz örtülü olarak anlatıyordum, eksik adam diye bir tanım getirmiştim dikkat ederseniz. Ama yine de kambur diyemezdim. Tabii her yazarın öyküsü, yaşadığı serüven ve onun yansıması farklı farklıdır. Yazarlar çoğu zaman, iyi ki, en iyi bildiği şeyi anlatır. Bu da kendileridir. Ama “Sen neymişsin be abi!”  gibi kendini öven bir dille yazılıyorsa bazı şeyler, onlar da iz bırakmadan yok olup gidecektir. Zaman en büyük ölçüttür. Ben Resimli Posta Gazetesi’nde yayımlanan hiçbir öykümü, sonra Milliyet Gazetesinde de geliştirilerek yayımlananları kitaplarıma almadım. Daha sonra yazdığım bazı öykülerimi de kitaplarıma almadım, şundan: Bu bir seçicilik. Halbuki genç bir yazar için yazdıkları çok da önemlidir, onlardan vazgeçmez, savunur. Ben onları kitabıma almayarak, seçici davranarak Özgürlük Masalı gibi bir kitap çıkararak onun bugün de okunabilirliğini sağlamış oldum.

G.G.: Haklısınız hocam. Diğerlerini neden yok saydınız peki, beğenmediniz mi?

Evet, özellikle dil bakımından geriydi. Benim bu yazma serüvenimin başlangıcında kendime örnek aldığım yazarların yazıları, özellikle pazar eklerinde çok öykü yayımlanırdı, bunlar mizah yazıları olurdu. Zaten o dönem yazdıklarımda mizah çok ağırlıklı yer alır. Onların kullandığı dil, edebiyat dilinden uzak bir dildi. Aynı Türkçeyle yazılıyor ama sözcük seçimi farklı. Ben o zamanlar Bulvar’da bir eski kitapçıda Ataç’ın Sözcükleri diye bir kitap buldum. Aldım baktım, kitap Ataç’ın ölümü üzerine Türk Dil Kurumu tarafından yayımlanmış. Ataç’ın önerdiği, bulduğu, kullandığı sözcükleri toplayıp bir kitap yapmışlar. Ben onu alıp kendim için önemli bir şey yaptım. Kendime onlardan ayırdığım sözcüklerle bir sözlük yaptım. Ben bunu kullanırım, bunu kullanmam diye seçerek kendi sözlüğümü oluşturdum. Özgürlük Masalı’nda bunun öyküsü de var. Martılar Gülüştüler isimli öyküdeki kız kahve falında telveyle  önündeki aynaya aşk yazar. Yazar sevi sözcüğünü kullanmakta ama kahramanına aşk dedirtmekte. Bu ikilemi yaşadım ve sevi demeyi bıraktım. Ama bu kitapta sevi diye kullandım. Aynı durum başka bir öykümde de var. O öyküde yazar Almanya’dan gelmiştir. Ufak yeğeni koşarak gelir, elinde bir dergi, “Bunun öyküsünü bana anlatır mısın?” der. O çocuk da anaokuluna gittiği için öykü sözcüğünü kullanmaktadır. Yazar bunu duyunca yıllardır hikâye diye yazdığından pişmanlık duyar ve bunu da öyküleştirir. Özgürlük Masalı’nın yazarın hayatıyla örtüşen yanı bu; Ankara’da gençliğinin geçtiği Atatürk Bulvarı, bulvardaki kuşlar, sonradan başlayan İstanbul serüveni, oradaki yırtıcı deniz kuşları.

G.G.: Tam da bunlarla ilgili bir sorum olacaktı. Özgürlük Masalı’nda iki kent arasında gel git yaşayan bir kahraman var. İnsan hep uzakta olanı mı özler? Geride bıraktığını mı, hayal ettiğini mi? Ve kuşların özgürlüğü yalnızca bizim onlara atfettiğimiz bir masaldan ibaret midir?

N.T.: Oradaki ikilem şurada: Yazar kitabı hazırlarken öykülerin yerini değiştirir. Hangisi hangisinden sonra gelmeli diye. Burada da öyle bir şey yapıldı ama yazarın öyküsüyle örtüşen şey, yazarın da Ankara’yı, baba evini bırakıp İstanbul’a gitmesidir, 1964 yılında.

G.G.: O zaman ilk kitabınız yayımlanmadan önce geldiniz İstanbul’a?

N.T.: Evet. O öykülerin bir kısmı Ankara’da geçti, bir kısmı İstanbul’da yazıldı. İstanbul’da yazıldı ama Ankara’yı düşünerek yazıldı. İlginç bir şey de ilk öykünün adı: Yalnızlığa Övgü. Kahraman yalnızlığı bırakıp yeni bir yalnızlığa gidiyor. Sonradan Yüksel Pazarkaya benim öykülerimden Almanca bir kitap yaptı. Onun adı da Yalnızlığa Övgü oldu. Orada ilk tümce de şöyledir: “Bırakacaktım bu kentin sokaklarını.”  İşte o kent, Ankara.

G.G.: Hocam yazarlığınızda nasıl bir etkisi, katkısı oldu İstanbul’un? Yani hep İstanbul’dan bakıp sadece Ankara’yı mı yazdınız?

N.T.: Evet, buradan Ankara’yı düşünerek yazdım. Ankara’yla ilgili öykülerimde yazdığım bir sürü şey vardır. Bu kitabı yazdıktan sonra şöyle bir şey oldu: Tahir Alangu’nun bir kitabı çıktı: Cumhuriyet’ten Sonra Hikâye ve Roman adında. O kitabı ben kendime yol haritası yaptım, orada sözü edilen bütün yazarları okudum. Ve hangisi bana yakın, hangisi uzak ayırdım. Bunu yaparken onlardan etkilenme korkusunu bir yana bıraktım. Etkilensem Sait Faik’ten etkilenirdim cesareti başladı.

G.G.: Özgürlük Masalı’nı zaten hiç ilk kitap gibi okumadım ben, o kadar ustaca yazılmış ki hiç ilk kitap gibi değil, usta işi.

N.T.: Ve o kadar zaman geçti, 56 yıl oldu, Özgürlük Masalı’nın  hiçbir şeyini değiştirmedim zaten. O yüzden Özgürlük Masalı Ankara’dan kendini gurbete atma hikâyesiydi. Şuydu, yalnızlık benim kaderimse başka yerde yalnız olayım düşüncesi. Egemen Berköz’ün bir kitabı çıkacak, çok sevdiğim de bir adı var: “Yalnızlık Tanımları”. Sırf Necati’nin yalnızlığı yok ki… Herkesin yalnızlığı başka başkadır. Sancı Sancı, benim en çok bilinen kitabım, Almanya’yı anlattığım bir romandır. Almancası kafiyelidir: Romatizmalılar ve romantikler… İkisi de yağmur yağınca sancı çeker. İşte bu, yalnızlığın verdiği sancılar.

G.G.: Çok güzel… Hocam Özgürlük Masalı’na dönmek istiyorum. Özgürlük, masal mıdır gerçekten? Orda kuşların özgürlüğü var ama sonradan olumsuzluyorsunuz bunu.

N.T.: O öykünün sonunda “İşbu özgürlük masalına inanmakta.” deniyor. Kuşlar özgür mü? Onlar da özgür değil. Kuşlar nasıl özgür olabilir ki? Sadece o ağaca, o atkestanesi ağacına konarlar, akşam belli bir saat gelince hepsi aynı ağaca gelirler. Yani niye ille o ağaç? Başkasına değil de neden hep o tek ağaca konarlar dönüp dolaşıp? Ben de gurbete gitme özgürlüğümü kullandım.

 

G.G.: Büyük cesaret aslında yaptığınız.

N.T.: Ben, yalnızlığımı yanımda taşıyarak yalnızlıktan kaçmaya çalıştım. Eğer bu kitapların, Özgürlük Masalı, Kambur, Sancı Sancı, yazılmasının bir önemi olacaksa, elbette ki benim kamburum böylece bir işe yaramış olacak.

G.G.: Gerçekten, aramanın büyüsü bulmaktan daha mı çekici?

N.T.: Evet, “yalnızlık tanımları” diyor ya Egemen, yalnızlıklar değişiyor. Aynı kişinin yalnızlıkları da değişiyor. Yalnızlıktan Devren Kiralık diye roman yazdım. 2000 yılıydı. Şunu söyleyeyim, ben kamburum diye ağlamadım ben. Ama yazdım. Yazarken ağladığım oldu. Ben kendimi insanlardan aşağı görmedim. Bu bazen bana itici davranışlarda bulunulmasına yol açtı. Bunu zaten başta göze almıştım. Önemli olan, her şeyin kendi zamanındaki durumudur. Ben şimdi Özgürlük Masalı’nı 70 yaşında yazsam ne olacak? 19 yaşındasın, kambursun ve Türkiye’de yaşıyorsun. Bu bir rezalettir.

G.G.:  Evet, bir söyleşinizde “Almanya’da kambur olmak daha kolay” diye bir ifade kullanıyorsunuz.

N.T.: Doğrudur, toplumsal bir durumdur bu. Özgürlük bir masaldır, kuşlar bile özgür değildir diyor. Kuşların o çığıltılarla, hep aynı yerde, aynı zamanda uçmaları… Son öyküde, İstanbul’da kuşların yerini çakıl taşları almaktadır.

G.G.: Peki İstanbul size nasıl bir pencere açtı?

N.T.: Ben Ankara’da Atatürk Lisesi’nde okudum, üç yılda bir sınıf geçtim, bir Allah’ın kulu “Bu gencin nesi var?” demedi. Sonra İstanbul’da Pertevniyal Lisesi’ni öğretmenlerimin zoruyla bitirdim. Gözümden düşmüştü okumak, çünkü benim için hep şunu derlerdi: O, okumak zorunda. Onun kamburu var. Öbürü hamallık yapar, ama ben de hamallık yaptım bu halimle. Hayat onu getirdi. İstanbul’da da kendi yolumu, bildiğim yolu çizmek için çok uğraştım. Kitaplarıma da “Vay, gel!” diye bir rağbet olmadı. Çünkü o dönemde geçerli edebiyat, toplumcu edebiyat, işçi edebiyatıydı. Ben, ben ben diye yazıyorum ama ben diyen yazarlar da beni kendilerinden saymadılar haklı olarak, çünkü onların başlangıç noktaları  farklıydı, Sartre’ın varoluşçuluğundan etkilenerek yazıyorlardı. Ben iki tarafa da yabancı kaldım, iki cami arasında binamaz sözündeki gibi. Bazen konuşulur da, derim ki: “İyi ki kamburumu yazmışım.”

G.G.: Bu da sizin özgün olmanızı getirmiş zaten.

N.T.: Evet, biraz da kendimden bahsetme cesaretini gösterince, kendini dinlemekten ortaya çıkanları yazdım. Onları başka kahramanlara aktarsam da, onlar eliyle kendimi yazdım. Özgürlük Masalı, gençlikten doğan bir kitaptı, tek mermisi de içtenlikti kitabın. Bir yazar kendiyle ilgili şeyleri de yazıyorsa, içtenlik en önemli koşuldur.

G.G.: Hocam bir söyleşide, yazarın kendini tekrar etmesi, edebiyatın yaşlanması demektir diyorsunuz. Bu ne demek?

N.T.: Dağlarca’nın en kötü şiirleri en yaşlı zamanındaki şiirleriydi. Artık ben oldum deyip her dergiye kapak olabiliyor ama en kötü şiirleri de o döneme ait. Ben peki neredeyim? Bir evde tek başınayım. İnsanların evde tutuldukları bu dönemde ben bir KOAH hastası olarak, burnumda oksijen hortumuyla yaşayan bir insanım. İnsan gözünü kapatıp Alpleri de yazabilir ama ben bu durumdan ne çıkarabilirim diye baktım. Geldim, geldim, Sen ve Kendin romanı çıktı. İyi ki çıktı, onu yayımlamasaydım, son kitabımdaki salgın öykülerini yazamazdım. Çünkü, Sen ve Kendin’deki  ifadeleri  o öykülerin içine koymaya çalışacaktım o zaman. Salgında adlı o kitabımın çıkmasını bekliyorum şimdi.

 

G.G.: Biraz o kitaptan söz eder misiniz?

N.T.: Bir yıl oldu o öyküleri yazalı, şimdi yayınevinde bekliyor. Yayımlanacak. Türkiye’de hiçbir şey yolunda gitmiyor, sadece salgın meselesi değil, SEKA kapatılınca kağıt yok, kitabın  bütün girdileri ithal, zor yayımlamak. O çıkarsa yine yaşanmış öykülerden oluşan bir kitap olacak, Benvari olacak. Şunu da söyleyebiliriz, nasıl zanaatkârların, ustaların bir çekiçi vardır, ne kadar para kazansa da hep aynı çekiçi kullanır, değiştirmez, onun gibi benim de çekiçim kendimden yola çıkmak.

G.G.: Hocam siz romandan önce öykü yazdınız. Bir yerde hep öyküden romana geçildiğini söylüyorsunuz, böyle mi düşünüyorsunuz?

N.T.: Günümüzde de öyle, eskiden de çok şiir yazılırdı. Benim arkadaşlarımın yüzde doksan beşi şairdi ama ben yazmadım. Yazacaklarımı öyküyle ancak anlatabilirdim. Anlatacak bir şeyi olmanın verdiği bir yönlendirişti. Şiirle yazarsam şiir olur muydu, şüphem var. Çünkü şiir bir şey anlatmak zorunda da değildir. O yüzden öykü yazdım. Romanın basılması da zordu o zaman. Tanınmamış bir yazarın romanındansa iki yazarın öykü kitabı basılırdı. Biri satmazsa diğeri satar diye düşünülürdü. Romanlar tefrika halinde gazetelerde yayımlanır, yazarın kaleminin ucunu sivriltmeye, para kazanmasına  yarardı. Ben Almanya’ya gidince mutfak değişti. Malzeme değişince, masaya konacak yemek de değişti. Oradan öyküler yazdım. İster Alman ister Türk olsun, insanların sancılarını yazdım. O yeni mutfağın malzemesinden bir roman çıkarabilirdim. Bir öykü yoğunluğu da taşıyabilirdi bölümleri. Söylediğim gibi, Kambur’da kendimi ortaya koymuştum. Merdiven çıkarken geldiğiniz sahanlık gibidir Kambur.  Özgürlük Masalı olmasaydı ben Kambur’a gelemezdim.

G.G.: Önceki öykülerinizi nasıl görüyorsunuz?  Hiç dönüp baktınız mı?

N.T.: Şimdi onlardan seçilip yayımlanmaz mı, yayımlanır ama bir anlamı yok. Dağlarca’yı eleştirip sonra eski öyküleri yayımlamanın hiç anlamı yok. Eşik Cini Dergisi bana sormuştu; hem roman hem öykü yazıyorsunuz. Öldükten sonra öykücü mü romancı mı olarak mı anılmak istersiniz diye, şöyle deyin diyorum: İyi adamdı, kalemi de fena değildi.

G.G.: Hocam çok güzel bir söyleşiydi, çok teşekkür ederim Bulut Yazar Dergisi adına.

Sayfa : 4