...
Başlık : KARTOPU
Yazar : Emine Aydoğdu

 Çocukluk yıllarımın toprak kokan yollarını, uçsuz bucaksız mavi gökyüzünü, bin bir çiçeğin kokusunu duyduğum yeşil çayırları, düşleyerek, neşeli günlerime doğru yürüyorum. Günde iki kez yumurtlayan beyaz tavuğumu, hiç unutamadım. Sevmeyi, bağlılığı, neşeyi, onunla öğrenmiştim. Tavuğum diyorum. Sahiplenme ve aidiyet duygusunun farkına o yıllarda varmıştım.

Adını, Kartopu koymuştum. Ben, türkü mırıldanırken, o, can kulağıyla dinlerdi. Kucağıma zıplar, kafasını göğsüme yaslardı. Bir süre sonra, benimle birlikte sesler çıkarmaya başladı. “Haydi! Bir türkü çığır, Kartopu!” dediğimde, kendi dilinde oluşturduğu melodik sesleri kafasını sallaya sallaya çıkarırdı. Katıla katıla gülerdim. Gölgem olmuştu. Nereye gidersem gideyim, yanımdan ayrılmazdı. Bazen, sıkılır, kızardım. Mahalleli adımı unutmuştu. Beni: “Beyaz tavuklu çocuk” diye çağırıyorlardı. “Gelme arkamdan” desem de aldırmazdı. Pıt pıt pıt yürüyerek, arada bir de uçarak beni takip ederdi. Peşimden gelmesini engellemek için sonunda ona durmayı öğrettim. Çok çetin bir öğrenme süreci geçirdik. “Dur!” dedim anlamadı. Yanına gidip, kanatlarına, sırtına dokunup, bekledim. Olmadı. İşaret parmağımla komut vererek, sesimi sertleştirdim, gene olmadı. Sonunda çözümü buldum. “Tus Kartopu!” deyip olduğum yere çömeldim. Birkaç adım atıp yeniden: “Tus Kartopu!” deyip onun da tünemesini bekledim. Günlerce, haftalarca uğraştım. O da pes etmedi, ben de; ama nihayetinde öğrendi.

“Tus Kartopu!” dediğimde, sesimi duyar duymaz olduğu yere tüner, devinimsiz kalırdı. Ben, yoluma devam ederdim. Onu götürmeyeceğimi anlayınca, bağırmaya başlardı. Susmaksızın bağırırdı. Kendi dilinde sesler çıkarırdı. Adımı çağırdığını anlardım. Gak, gak, gak. Dönüp arkama bakmazdım. Öfkelenirdi. Çıkardığı sesler ve tınısı değişirdi. Gaak Gaaak Gaaaak! Dayanamaz geriye dönerdim. Tünediği yerde kıpırtısız beni beklerdi. “Niye çığırtkanlık yapıyorsun Kartopu?” Sesimdeki kızgınlığı anlar; gözlerini kapatırdı. Beni duymuyormuş, uyuyormuş gibi yapardı. Çömelip kanatlarını, boynunu, ibiğini okşardım. Kendinden geçercesine, uçarı bir edayla, kafasını sağa sola çevirirdi. Kafasını salladıkça, bedeni de aynı ritimle sallanırdı.

Onu bulduğumda; çam ağacının yanında, yerde, yarı baygın yatıyordu. Minnacıktı. Avucumun içinde, eve kadar taşıdım. Koşar adımlarda annemin yanına gittim. Ne zaman çaresiz kalsam anneme koşardım. Civcivi gösterdim. Annem, avucumun içinde uyur gibi kıpırtısız duran civcive bakıp:
“Yumurtadan yeni çıkmış, daha birkaç günlük.” dedi.
“Çam ağacının yanında, yerdeydi. Haraketsiz duruyordu.”
“Belli ki kaybolmuş. Kimin acaba… sağa sola sorsak mı?.. Ölecek gibi duruyor. Baksana, yarı baygın. Nefes alışları da çok cılız. Ne yapsak ki?... ” Biraz düşündü. Annem düşününce, mutlaka bir çare bulurdu. Öyle de oldu.

Burnuma tuzlu su damlattığı damlalığı saklamış, atmamış. Çekmeceden çıkardı. Kaynayan suyun içinde birkaç dakika beklettikten sonra, sütle suyu karıştırdı. Gagasını özenle açarak, küçük bir damla damlattı. Civciv, ağzına düşen damlayı yutar gibi yaptı. Gözlerim ışıldadı. Bir damla daha damlattı. Bu sefer yutup yutamadığını anlayamadım. Bir öncekinden daha iyi damlatmıştı. Kanatlarını belli belirsiz hareket ettirdi. Tüye dokunur gibi kanatlarını okşadım. Gözlerini, açıp açıp kapattı. Titriyordu. Korkudan mı, açlıktan mı, hastalıktan mı, bilmiyordum?...
Annem: “Yün parçası bulup saralım, sıcak tutar.” Hızlıca dolabımdaki yün eldivenimi getirdim. Annem, gülümseyerek yanağımdan iki parmağıyla makas aldı: “İşlenmemiş yün gerekli. İşlenmemiş yüne saralım.”
Divana otururken sırtımızı yasladığımız mavi yastığın kenarının ipliğini çekip söktü ve içinden elma büyüklüğünde beyaz yün çıkardı. Parmaklarıyla yünü didikleyip taradı. Küçük mendil ölçüsünde üst üste koydu. Civcivi alıp kundak yapar gibi kafası dışarıda kalacak şekilde sardı.
“Aaaa kartopu gibi oldu,” dedim. Küçük bir tahta kutunun içine yerleştirip, üzerine incecik bir tülbent örttü ve odamın penceresinin önüne bıraktı. Yanından hiç ayrılmadım. Sık sık tülbenti kaldırıp civcive bakıyordum. Kıpırtısız duruyordu. Ona rastlamam, yaşaması için bir umut muydu? Yolumuz kesişmeseydi, şimdiye değin belki de ölmüştü. Çaresizdim. Hiçbir şey yapamıyordum. Yalnızca üzülüyordum. Öleceğinden korkuyordum, hem de çok korkuyordum: “Ölme! Yalvarırım ölme! Birazcık çaba göster. Seni iyileştireceğim. Sana çok iyi bakacağım. Bana güven civciv. Yeter ki sen ölme!” derken sesim titriyor, hıçkırıklarımı zor tutuyordum. Gözlerimden yaşlar akıyordu. Hıçkırıklarımı annem duysun istemiyordum. Dayanamadım. Kutudan çıkardım. Kafasını, gagasını öptüm. Canlanır gibi oldu. Yün kundağı açıp, avucuma aldım. Tişörtümü çıkarıp yatağa uzandım. Civcivi kalbimin üzerine koydum. Kalbimin atışı hızlandı. Parmaklarımla sırtını kanatlarını okşuyordum. Başını hafifçe salladığını gördüm. Bedeni ısınmaya başlamıştı. Nefesi daha düzenliydi. Nefesinin tıpırtılarını hissediyordum. Sevinçten uçacak gibi oldum. Ne kadar süre öylece kaldık, bilmiyorum.

Annemin sesiyle kendime geldim. Minicik ayaklarının üzerinde duruyordu. “Hey Kartopu!” diye bağırdım. Artık onun bir adı vardı. “Anne! Kartopu ayaklarının üzerinde duruyor. Anne! Anne! Kartopu” diyerek ışık hızıyla koşup annemin boynuna sarıldım. “Dur, dur, düşüreceksin beni afacan!”derken gülümsüyordu. Kar beyazı dişleri, ışıl ışıl parlıyordu. Annem güldüğü zaman, yüzüne kelebekler konardı.

Kartopu’na biraz bulamaç yapalım. Buğday unuyla ılık suyu karıştırdı. Kaşıkla alıp avucumun içine koydum. Kartopu’na yaklaştırıp gagasıyla dokunmasını istedim. Şaşkın ve ürkekti. Devinimsiz duruyordu. Küçük parmağımı bulamacın içine batırıp ağzına yaklaştırdım. Kafasını sallaya sallaya parmağıma dokunmaya başladı. Parmağımdaki bulamacı yemişti. Bir iki deneme daha yaptım; sonra su verdim. Gagasını kâsenin içine batırıp batırıp çıkardı. Annem: “Kendine geldi. Birkaç gün su ve bulamaçla besleyelim. Artık Kartopu sana emanet.” Yanağıma kocaman bir öpücük kondurdu. Sevincimi kimse tanımlayamazdı. Yıldızlar toprağa inmiş gibi her şey ışıl ışıldı. Kartopu’nun kanatları, annemin gözleri, pırıl pırıl parlıyordu. Hafiflemiştim. Tüyden yapılmış gibi. Kollarımı kaldırsam uçacaktım. Kartopu’nu yünden kundağının içine yerleştirip kutunun içine koydum. Heyecandan uyuyamıyordum. Işığı yakıp, Kartopu’na baktım. O da uyumamıştı. Bana bakıyordu. Kartopu’nu alıp yatağa gittim. Kalbimin üzerinde tutarak uyudum. Sabah uyandığımda, elim ve Kartopu kalbimin üzerindeydi. Avucumun içinde nefes alış verişini hissediyordum. Kanatları kıpır kıpırdı.
Hızla giyinip, bulamaç yapıp yedirdim. Su kâsesine koyduğum suyu da içirdim. Kursağı dolunca, dışkısını çıkardı. Mercimek büyüklüğündeki dışkıyı, pantolonumun paçasından peçeteyle sildim. Kucağımdan indirip, toprağa bıraktım. Önce şaşırdı. Ben bir iki adım atınca, o da pıt pıt yürümeye başladı. Annem bizi izliyordu. “Ayrılmaz ikili oldunuz. Artık seni bırakmaz!” Koşup anneme sarıldım. “Ben de onu bırakmam anne!”
Artık birlikte uyuyor, birlikte uyanıyorduk. Okullar açıldı, kapandı. Okul ve ders çalışmanın dışında, bütün zamanımı onunla geçiriyordum. Diğer tavukların yanına gitmek istediğinde, hoplayıp zıplar, bana haber verirdi. Birlikte geçirdiğimiz bu süreçte türkü çığırmayı, tüneyerek durmayı, giderken haber vermeyi, geceleri, benim yatağımın dışında hiçbir yerde uyumadığını söylersem, Kartopu da kafasını sağa sola sallayarak bana katılır. Öğretmen okulu sınavlarını kazanmıştım. Yatılı okuyacaktım. Evraklarımı hazırlayıp Annemle okula gidip kayıt yaptırdık. Kartopu’nu okula almıyorlardı. Müdire hanıma çok yalvardım; ama nafile, ikna edemedim.
“Daha neler... Burası kümes mi? Çocuk kalmışsın, sen evladım. Büyü artık. Öyle değil mi annesi…” deyince, çok kırıldım. Gözyaşlarıma engel olamadım. Kayıt işleri bitince, geri döndük. Bir süre sonra okullar açılacaktı. Kara kara düşünmeye başladım. Kartopu’nu nasıl bırakacaktım? Ne kadar düşünürsem düşüneyim, istediğim gibi bir çözüm bulamadım. Ayrılık zamanı yaklaştıkça, üzüntüden yemek yiyemiyor, su içemiyordum. Arkadaşlarımla bile görüşmez olmuştum. Annem, gittikçe içime kapandığımı söylüyordu. Gelmesini, hiç ama hiç istemediğim, ayrılık vakti gelip çattı. Zamanı durduramamıştım. Bir soraki gün gidecektim. Çantamı hazırladım. Kardeşim, bana yardım etti.
“Üzülme… Ben bakarım Kartopu’na. Senin gibi dolaştırırım; merak etme,” diyordu. O gece Kartopu’yla uzun uzun konuştum. Gideceğimi anlamıştı. Gözlerini yumup kafasını yere eğdi. Yüzüme bakmıyordu. Neşesi, ışığı kaybolmuştu. Ben de çok üzülüyordum. Kartopu üzülmesin diye belli etmemeye çabalıyordum. Kalbimin üzerine tüneyip, sabaha kadar öylece devinimsiz durdu. Yola çıkmadan önce, uzun uzun öpüp, kokladım, okşadım. “Geri döneceğim Kartopu. Beni bekle. Üzülme olur mu?” Ayaklarımın üzerine tünemiş inmiyordu. Kardeşim kucağına aldı. Konuşa konuşa uzaklaştırdı. Kardeşimin kucağından kurtulmak için ağıda benzer sesler çıkarıyor, kanatlarını açıp açıp kapatıyordu. Annem: “Bırakma sakın! Tavukların yanına götür.” Otobüse kadar kendimi zor tuttum. Anneme el sallayıp, koltuğa oturdum. Otobüs hareket eder etmez, kimseye sezdirmeden ağlamaya başladım. Otobüsten inip, Kartopu’nun yanına gitmek istiyordum. Sürücüye dur, ineceğim, demek geçiyordu içimden. Ama yapamıyordum. Annemi, okulu ve kardeşimi düşünüp vazgeçiyordum. Yol boyu, karar verip, vazgeçtim.

Karar verip, vazgeçtim. Okula gider gitmez, üç tane mektup yazdım. Anneme, Kartopu’na ve kardeşime. Kardeşim söz vermişti. Kartopu’na dair her şeyi en ince ayrıntısına kadar yazacaktı. Ayda bir mektup geliyordu. Kardeşim, Kartopu’nun iyi olduğunu söylüyordu. Yatağımda kimseyi yatırmıyormuş. Kardeşim uyumaya kalkmış, yüzünü gagalamış. İkinci mektubunda “Senin bu Kartopu iyice huysuzlaştı. Geçen gün kırmızı tavukla kıyasıyla kavga ettiler. Kırmızı tavuk, kan içinde kaldı. Söz geçiremiyoruz. Anneme bile saldırıyor.” Yazılanlara inanamıyordum. Kartopu uysal bir tavuktu. Nasıl olur? Bir yanlışlık olmalı. Ne yapacağımı kestiremiyordum. Yazdığım mektupları dinlemiyormuş. Kardeşim okumaya başlayınca, uçarak yanından uzaklaşıyormuş.
Üçüncü mektubunda, Kartopu’nun artık yumurtlamadığını yazmıştı. Annem, yumurtadan kesilmiş olabileceğini söylemiş. Biraz zayıfladığını ve tüylerinin döküldüğünden de söz etmişti. Benden ayrı kalmaya dayanamadı, demek ki. Nasılsa, yakında gideceğim. Beni görünce, keyfi yerine gelir. Yine yumurtlamaya başlar. Kalbimin üzerinde uyuyunca, eski uysallığına ve neşesine kavuşur.

Yarıyıl tatili gelmişti. Kartopu’nu görecektim. Yerimde duramıyordum. Okul, bahçe, sınıf, odam, dar geliyordu. Rüzgâr olup uçmak, bir an önce Kartopu’na kavuşmak istiyordum. Yol, bir türlü bitmek bilmiyordu. Sürücüye, biraz daha hızlı gidemez miyiz? diye sorduğumda
“Hız sınırı var. Aşamayız evlat! Anneni mi özledin? Sabret biraz daha, az kaldı.”
Eve gittiğimde; annem ve kardeşim kahvaltı yapıyorlardı. Beni görünce neşeye boğuldular. Annem gözlerimi, kardeşim yanaklarımı, öpüp öpüp durdular. Sarılma, öpüşme, koklaşma, sona erince, Kartopu’nu sordum. Annem ve kardeşim birbirine baktılar.
“Kartopu nerede? ” diye bağırınca, annem sakin olmamı söyledi. “Kartopu odamda mı?” Masadan hızla kalktım. Heyecandan içemediğim çay, masaya döküldü. Bardak, hızla zemine çarptı ve parçalara ayrıldı. Annem, kolumdan yakaladı. Saçımı okşayıp öptü. Sıkıca sarılıp, yüzümü göğsüne yapıştırdı.
“Tamam Balım. Seni Kartopu’na götüreceğim. Yalnız öncelikle sakin olmanı istiyorum. Biz de çok üzüldük. Hele kardeşin, günlerce yemek yemedi. Ağlayıp durdu.”
“Ne oldu anne! Kartopu nerede?...” Terlemeye başladım. Boğazıma yumruk sokulmuş gibi yutkunamadım. Kalbim ağzımda, kapıyı öfkeyle kapattım; hızlı hızlı yürümeye başladık. Annem ve kadeşime tutunarak, Kartopu’nu bulduğum çam ağacının yanına gittik. “Kartopu işte burada....” dedi, annem. “Bazen ayrılık dayanılmaz olabiliyor. Kartopu, senin yokluğuna dayanamadı.
” Bu tümceleri ifade ederken, annem, zorlukla konuşuyordu. Gözleri buğulanmıştı. Belki de babamı anımsadı. Uzun bir sessizlik çöktü üstüme. Sustum. Dağ gibi, kaya gibi, toprak gibi sustum:
“O gece kanatlarını yastığını kucaklar gibi açmıştı. Sabah yokladığımda aynı pozisyonda duruyordu. Bir daha uyanmadı. Sessizce gitti.” Kardeşimin kozalaklardan yapmış olduğu mezara baktım. Beşiğe benziyordu. Her kozalağı ayrı bir renge boyamıştı. Ağlayamıyordum. Ellerim, ayaklarım, yokmuş gibiydi. Hissetmiyordum. Tepkisizdim. Gözlerim, kalbim, duygularım, sesizliğe bürünmüştü. Annem, dört tane beyaz mum yakıp, mezarın üzerine bıraktı. Mumlar, kalp şeklindeydi. Üzerlerinde isimlerimiz yazılıydı. En büyük mum, Kartopu içindi.
“Üzülme! Senin kokun ona eşlik ediyor. Kartopu’nu bulduğun gün üzerindeki beyaz tişörte sarıp gömdük.”
Annem, çam ağacına bakarak: “Kartopu artık onun köklerinde, iğnelerinde, kozalaklarında yaşıyor.” Kardeşim:

“Dallarında dolaşıyor.” dedi. Sesi titriyordu
. Annemin bana sarıldığı gibi, ben de ağaca sarıldım. Kartopu’nun en sevdiği türküyü söyledim. Kimsecikler duymadı. Çam ağacının kalbi, tıp tıp tıp atıyordu.

Sayfa : 11