...
Başlık : HANDAN’IN ÖLDÜĞÜ YER
Yazar : Ş. Didem Keremoğlu

 

Rutubet alıp kalkmış duvar kağıtları, kararmış fayans araları, eski şatafatlı zamanların sivri topuk izlerini taşıyan parke zemin… En beter durumda olan da o: Parke zemin. “Kemal, bu sene sistire şart, cam cilayı yenileme vaktimiz geldi de geçiyor” diyen annem sanki karşımda duruyor bir paşa karısı edasıyla…
Elinde ağızlığı!

Çok ama çok geriye ittiğim yaşanmışlıklarımı nasıl da geri getirdi bu ev?
Parkeler yuvalarından oynamış, kırılmış kimi de. Halıların, terliklerin üstünden kaydığı o cam cila yok olalı epey olmuş. “Ah ne bahtsız kardeşlermişiz biz, ah kardeşim, Kemal’im! Evlattan yana gülemeyen bahtsız Kemal’im” diye ağlıyordu halam oğlunun kredi borcu yüzünden evini kaybettiğinde. Annemin de ölümünden sonra bu eve taşımıştım onu. “İhtiyacın mı var senin?” demişti kuzenim teşekkür edeceğine. Kaybetmişlere özgü vâkur bir duruşu vardı. “Sen artık zor barınırdın zaten bu mahallede!”

Halamı bakımevine yerleştirdikten sonra bir geceliğine buradayım… Puslu yaşanmışlıklarımda gezinmeye devam ediyorum…

Babamı ikna edip kısacık kestirmişim saçımı. Oh be! Önünden geçtiğim dükkânların camekanlarında aksimi seyrediyorum hayran hayran!
Bakalım millet ne diyecek?
“Aa, saçlar gitmiş!” Hımm, gitti! Sanki ben gittiğini bilmiyormuşum gibi…
“Kızım benimkinden de kısa lan bu saçlar” diyor bir başkası okulun merdivenlerinde.
“Sana ne be!” Kafama dokunmasına acayip sinir oluyorum! Bi omuz atsam var ya…
“Naber kızımsı şey?” Bu da kendini bi bok sanan saman kafa!

Sınıfa giriyorum. Herkes kısacık saçlarımı görsün istiyorum. Birbirlerini dürtüp gülüyor en önde oturan iki süslü!

“Abime benzemişsin, diyor etli dudaklarına gizliden parlatıcı süren!

“Abin de mi sutyen giyiyor? diyorum demesine de abisine benzetiyor olmasından hoşnudum aslında. Kıkırdıyor. Alt dudağının kenarını ısırıyor gülerken…
Anılar bütün gece kulağıma haykırıyor…
“Emekliliğini istemek de nereden çıktı Kemal?” diye çın çın bağırıyor annem. Bakışları bana kayıyor babamın. Aniden aksak bir gülüş beliriyor suratında annemin. Delilere özgü bir parıltı oturuyor gözbebeklerine. “Senin yüzünden,” diyor. “Senin yüzünden ahlaksız!” Bir tokat, bir tokat daha geliyor… Ta ki o sessiz, o karısıyla asla çatışmayan babam, belinden kavradığı gibi kanepeye savurana kadar seni. “Çalımın bir tek bana zaten!” Bir çekişte yırtıyor üstündeki bluzun yakasını. “Şam babası! Ancak şam babası olur senden. O başın yerden nasıl kalkacak şimdi Kemal?” Odama gitmemi söylüyor babam. “Seni doğuracağıma taş doğursaymışım! Defol!” diye inletiyor ortalığı annem. “O Ayten denen şırfıntı ile ne haltlar yediğini duymayan mı kaldı?” Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyor. “Baban senin yüzünden paşalığını yaktı!”

Babamı özlediğim için geldiğimi bağırıyorum ben de. Ne Ayten ne de ben istiyoruz buraya gelmemi oysa. Babamı görmek için bu gelişler. Sana katlanışım…
Eşyalarımı topladığım gibi İzmir’e geri dönüyorum.
Dönüşümün hemen ertesinde duruyor yorgun kalbi babamın…
Ve ben, arada bir fark görmediğimden olsa gerek, nasıl da korkmamıştım ölümden! Ayten banyodaki uzun kalışımdan huylanıp kapıyı omuzlamasa… Bileklerimi boyuna kesmem gerekiyormuş bir de.
Bilmiyordum!
Esas ben seni affedebilecek miyim bakalım anne?
Anlaşıldı, uyutmayacak bu anılar beni…
Bu ev!..
Annemin benimle uzlaştığı zamanlardı.
Henüz ne hukuki ne de tıbbi sürecim başlamamışken… Hiçbir detayı bilmek istemiyor özel hayatımla ilgili olarak!
“Ben desteklemesem o kazandığın üç kuruşla ev falan tutamayacaktın” teranesine sarılıyor her fırsatta bir de. Oysa Ayten de ben de iyi kazanıyoruz. Yakında kendi avukatlık büromuzu açacağız. Haklarımın bilincinde olduğumun gayet farkında… Orduevinde kalıyoruz arada. Bigudiyle sardığı saçlarını içine aldığı file açılmış, bigudiler yatakta sağa sola dağılmış hatırlıyorum annemi! Aralık camdan Boğaz’ın kokusu doluyor odaya sabahları. Yosunlu ferah bir koku. Şafak, olanca ihtişamıyla doğuyor Beykoz’un üstünden. Havuzun etrafındaki şezlongları tek tek siliyor bir asker. Bir diğeri şemsiyeleri yerleştiriyor yuvalarına… “Ortam değişikliği iyi geliyor yıpranan sinirlerime, üzüntüme.” diyor annem.
Orduevlerinin albaykıranlarına taze bir dul daha katılıyor.
Restoranın set üstünde olmayan masalarında oturuyoruz. Bir kadeh “rose” alıyor karışık ızgarasının yanına genelde.
Set üstündeki masalar paşalara ait!
Aldırmaz, derin uykular uyuyor bir de.
Bir içki çekiyor canım. Unutulmuş bir şişe vermut keşfediyorum mutfaktaki tozlanmış bir rafta. Dibi tortulanmış, şekerlenmiş bir şişe vermut. Yılların demlenmişliğinde… Ve Montre’de, iki masif koltuk ve bir sehpadan ibaret bir yamaç evinde buluyorum kendimi… Hemingway’in “Silahlara Veda’sındaki o evdeyim. Ve tıpkı romandaki gibi elimde bir kadeh vermut! Bir kadının yüzü beliriyor önünde oturduğum pencerede… Anneminki gibi olmayan, ışıklı bir yüz bu! Ayten’miş…
Uyanıyorum.
Tatlı içkinin tuttuğu başım sersem gibi! Bir sigara daha yakıp…
Odada yalnızız. Islak mayoyu üstünden yavaşça sıyırıyor Ayten abla! Üşümüş meme başları kabarmış… Daha aşağılara bakmamak için ölesiye zorluyorum kendimi. Garip, bilmediğim bir özlem duyuyorum… Kasıklarımyanıyor! “Ne o, utandın mı?” diye soruyor Ayten. “Yurtdışında hep böyle, herkes birbirinin yanında soyunuyor ki!” diyor. “Hadi çıkar sen de ıslak mayonu. Sarın şu havluya.” Mayomun omuz askılarına takıyor parmaklarını. Nefesi yüzümü yakıyor… Koşarak kaçıyorum odadan. Annemlerin yanına dönüyorum. “Ayten ablan nerede?” diyor babası başını önündeki sehpada duran tavladan kaldırmadan. Bilmediğimi söylüyorum. “Nasıl bilmiyorsun, odaya çıkıp mayoları değişelim diye anahtarları istediniz ya?” diyor annem. Sorgulayan gözleri yüzüme dikili. “Sen niye değişmeden döndün ıslak mayonu?” Adını koyamasam da o gün iyice anlamıştım… O gün iyice anlamıştım ki farklıyım. Annem de anladı, biliyorum.

* * *

Otuzlarının hemen başında Rüzgâr. Henüz tam olarak tanışmış sayılmayız. “Eşimin televizyon izleme alışkanlığı olmadığından ben anlattım ona kim olduğunuzu” diyor Ayten. “Rol aldığınız dizilerden parçalar izlettim Youtube’dan Kemal’e.” Ayten’in bu heyecanlı haline şaşırmıyorum desem yalan olacak... Eh ne de olsa ilk kez medyatik bir müvekkilimiz oluyor.
“İyi bir oyuncusunuz siz ve yeni hayatınızda da değişmeyecek bu” diye devam ediyor karım. “Umarım…” diyor Rüzgâr. Yersiz bir sessizlik oluyor sonrasında. Kısacık kestirdiği saçlarının üstünde gezdiriyor elini. Dışarıdan vapur düdükleri duyuluyor. Pasaport’un önü sıradır şimdi diye geçiriyorum aklımdan. “Hava da güzel, Pasaport doludur şimdi, kafeler falan…” diyorum. Yine de dağılmıyor o huzursuz sessizlik.
“İstanbul’daki büronuzdan yönlendirdiler beni size Kemal Bey” diyor biraz sonra. İçim kıvançla doluyor. Çok isabetli bir iş yaptığıma bir kez daha ikna oluyorum. “Evet, bilgim var” diyorum, “Büyüdüğüm ev orası aslında. Öyle değerlendirmeye karar verdik eşimle beraber.” Gülümsüyor Ayten. “Ya, çok iyi oldu doğrusu.” diyor. “Cinsel Yönelim ve Cinsiyet Kimliği Ayrımcılığına Karşı Avukat Ağı’ çağrısına uyduk. Gönüllülerimiz en çok da trans tutuklularla dayanışıyor.”
“Benim ameliyatım için başvurum acaba… Mahkeme sürecim falan…” Gözümün içine bakıyor. Çetin yaşanmışlıkların zorlu hayaller kurdurduğunu bildiğimden lafı hiç dolandırmadan giriyorum konuya. “Merak etmeyin” diyorum, “Biz yanınızda olacağız Rüzgâr.” Sanki hep hayatımızdaymış gibi geliyor bana bu genç insan... “Ameliyatı nerede olacağınıza karar verdiniz mi peki?”
“Evet Kemal Bey” diyor. “İstanbul’da, … Hastanesi’nde.” Ayten’e bakıyorum.
“Handan’ın öldüğü yerde yâni!” diyor Ayten. Olanca sadeliği, olanca duruluğu ile bakıyor gözlerimin içine.
“Ya da Kemal’in doğduğu yerde” diyor Rüzgâr. “Biliyorum hikayenizi.”

Sayfa : 12