...
Başlık : ESMER KAVRUK ADAMLAR
Yazar : Kevser Ruhi

Kara kuru adamlardı. Yoksa kara yağız mı demeliyim? Esmerdiler işte. Bildiğin esmer. Kavruk olmaları ise “bir deri bir kemik” anlamına gelmiyordu. Düşünüyorum da o adamları betimleyecek bir tanımlama bulmakta zorluk çekiyorum şimdi. Yıllar geçti üstünden. Ayrıntıları tam olarak anımsamam mümkün değil. Hayır, kesinlikle cılız değildiler. Kollarında ve bacaklarında, beden gücünü kullanarak çalışmaktan edinilmiş bir işleklik, bir çeviklik vardı. 

Sessizdiler. Olabildiğince alçak sesle konuştular. Gerektikçe konuştular… Fısıltıyla sanki. Az laf, çok iş… Susarak. Susarak çok iş… Ben ömrümde böyle bir şey görmemiştim. Sonra da görmedim. Görmeyi de dilemem zaten. Ömür dediğim, otuz yıl bile değil. Yaşımı söylemeye utanır oldum ben o günden sonra. Canım arkadaşım, kardeşim, sırdaşım, büyümedi hiç. Ben yaş almaya utandım.

Esmer adamlardı demiştim değil mi? Işıltılı bir esmerlikleri vardı. Eminim, kimse böyle ışıltılı esmer görmemiştir. Bir otobüsle gelmişlerdi kentin meydanına. Meydan falan hak getire… Meydan kalmamıştı kentte. Yer gök birbirine karışmış. Sokaklar sokak olmaktan çıkmış, caddeler moloz yığını… Haberi alır almaz yola çıktığımızı hayal meyal hatırlıyorum. Uçarak mı geldikti? İşte o net değil. Karayoluyla ama uçarak gelmiştik, evet.  Bu kısalıkta değildi iki şehrin arası. Öyleyse uçmuş olmalıyız.

Arkadaşım, kardeşim bildiğim Barış’ın yıkılan binanın altında kaldığını kim haber verdi? Biz nasıl toparlandık? Nasıl ve ne şekilde yola koyulduk? Hiç birini anımsamıyorum şimdi. “Barış enkaz altında…” Bir bunu anımsıyorum. Kısa telefon görüşmesinden hatırımda kalan budur:

“Barış enkaz altında”

Barış’ın şehrine ulaştığımızda cehennemi gördük. O cehennemde iki gün çaresizlik içinde yaşadık. “Yaşamak” tuhaf sözcük… Bazen anlamını yitiriyor. Yaşamadık biz. Kırk sekiz saat geçirdik. Biz bir şey yapamadık. O kırk sekiz saat kendi kendine geçti. Toz, toprak; pis kokular ve telaşlı insanlar arasında, seslerin içinden geçerek, toza toprağa bulanarak, bir gram yiyecek girmeden boğazımıza… Su içerek geçen kırk sekiz saat. Çaresizce sağa sola koşarak… Barış’ı enkazın altından kurtaracak birilerini arayarak kırk sekiz saat…

Giysileri bizden farklı kişilerden umutsuzca yardım dileniyorduk. Bizim şaşkınlığımız ve çaresizliğimiz karşısında daha serinkanlı duruşları ve daha derli toplu görünüşleri vardı yardıma gelenlerin. Bizden farklı giysileri vardı. Evet. Daha düzgün giyinmişlerdi. Pantolonları bir örnekti. Bizlerde ise pantolon yerine şort ya da buna benzer alt giysi vardı sadece. Kırk sekiz saattir aynı giysiyle uyuyup uyanmaktan biçimi ve rengi tamamen değişmiş bir şort ve aynı durumda tişörtlerimizle acınası halimiz vardı. Kimin umurunda?

Onların ayakkabıları bile vardı. Ben ayağımda ayakkabı olduğunun farkında değilim. Terlik… Galiba terlik vardı bir ara. Sonra ne oldu terliklere? Onu da anımsamıyorum. Bastığım yerleri anımsayamadığım gibi tıpkı… Tabanlarıma batan taşları ve kıymıkları iki gün sonra temizlediğimde fark etmiştim ayaklarımın çıplak olduğunu.

Bizden farklıydılar demiştim. Yardım için gelenler bizden farklıydı. Dış görünümleri bizden farklıydı. Yüzlerindeki anlam farklıydı. Başka şehirlerden gelen tek tip giysili kurtarma ekipleriydi. Hemen seçiliyorlardı kalabalık ve karmaşa arasında.

Kollarından çeke çeke Barış’ın evinin önüne getirmiştik birkaçını. Ev mi dedim yine? Ev, ne anlamsız sözcük! Üst üste yığılmış kolonlar, tuğlalar, demirler, ezilmiş, kırılmış eşyalar…

Buraya gelmelerini istediğimiz yardım ekiplerinden bazıları yıkılmış kolonların, dağılmış duvarların arasından çekip alamadılar Barış’ı. “Yapacağımız bir şey yok.” deyip gittiler başka enkazların yanına. “Yapabilecekleri bir şey” olasılığına hasret insanların yanına gittiler. Başka çaresiz insanların ardından başka enkazlara doğru…

Kızamıyorduk. Üzülemiyorduk. Öfkelenemiyorduk. Aşırı tepkiler vermeyi tamamen unutmuş, uyuşmuştuk. Bazen gözlerimizde ıslaklık birikiyor, elimizle sildikten sonra onları, şaşırarak bakıyorduk elimizi ıslatan şeye. Neydi bu ıslaklık? Gözyaşı nedir? Neden birikir insan gözünde? Neden birden yağmur gibi bırakır kendini? Ağlamak buysa, evet ağlıyorduk. Neye ağladığımızı, neden ağladığımızı bilemeden bazen.

Aklın, dimağın durduğu bir yerdeydik. Her gün kıyamet kopuyormuş da biz kıyameti olağan sayıyormuşuz gibiydik. İçinde bulunduğumuz gerçekliği anlamlı bir bütün halinde algılayamıyorduk hiç birimiz. Babam, amcam, ben ve amcamın oğlu Kerem… Baba kim? Amca nedir? Kerem bana ne kadar yakın? Peki, ben neyi oluyorum bu üçünün?  Barış’ın neyi oluyoruz biz dört kişi? Barış’ın babası nasıl dayanıyor bu bekleyişe peki?  Bazen nasıl da anlamsız kalıyor sorular. Neden iki gündür kâh arabada kâh parklarda yatıyoruz?

Geceleri yıldızlar mı korur mu insanları?  Evler olmadan önce, insanlar ev yapmayı bilmedikleri zamanlarda yıldızlara güvenip mi uyurlardı geceleri? Toprak beşik gibi sallandığında yıldızlara mı tutunmak gerekir? Çocukların “ay dede”si bu kadar mı duyarsız miniklere? Uzaktan bakar ama elini uzatmaz mı çocuklara?

Barış’ın evinin önündeyiz. Ev denirse… Bu kentte ev denebilecek ne kaldı ki… Babası yanımızda Barış’ın... Annesi, nerede olduğunu bilemediğimiz bir hastaneye götürülmüş. Ağır değilmiş durumu. Sağlık olsun. Sağlık olunca her şey kolay olur değil mi? Sağlık olunca, insan insanı ne zaman olsa bulur, değil mi? Dağ dağa kavuşmaz da hani, insan insana kavuşur ya…

Biz Barış’a kavuşmadan bir yere gidemeyiz. Gitmeyiz.    

Kentin meydanına gittim. Yardım edecek birilerini arıyorum. Kimin kime faydası olur mahşerde?  Olmayan çareyi aramak mı bizim yaptığım?  Yaptığımız… Yapmak… Ne saçma! Bir şey yapamıyoruz ki biz.

Neden sonra bir otobüs yanaştı kent meydanına… Esmer adamlar indi otobüsten. Bir örnek giyimli adamlar. Bu yeni bir umut mu? Yeni bir görüntünün geçmesi gözlerimizden… Yeni bir durum, yeni bir kıpırtı… Işık… Ümit ışığı...
Yanlarına gittim:
 “Barış.” dedim, “Canım benim o. Orada, alamadık onu…”
Neler dedim başka, bilmiyorum.
“Geliyoruz” dediler mi? Dudaklarından çıkan sesler kulaklarıma böyle mi ulaştı?
 “Ge-li-yo-ruz.”

Teşekkür edilir mi böyle bir durumda? Sesim çıkmadı. Seslere bir anlam yakıştırmaya çalışıyorum sadece.  Harfler birbirine ulanınca hece oluyor, hecelerden sözcükler, sözcüklerden cümleler doğuyor. Ses bir anlama bürünüyor o vakit… Benimle gelecekler.

“Bakalım önce bir… Hallederiz… Geliyoruz”

Otobüsten inen esmer kavruk adamların arasından beş-altı kişilik bir grup oluşturdular. Diğerleri kaldı orada. Grubun önüne düştüm. İki gündür Barış’a ulaşmaya çalışıp, artçı depremler sarstıkça beceremediğimiz enkazın yanına geldik. İki esmer adam, alışık oldukları bir işi yapar gibi, sokakta yürür gibi, su içer gibi, nefes alır gibi, hep yaptıkları bir şeyi yapar gibi; girdiler enkaza. “Keşif” falan dediler galiba.
Onlar:
 “Keşif” dedi.
Biz:
 “Barış” anladık.  
Sessiz cümleler kurdular aralarında. Elleri konuştu daha çok. Ve bedenleri.
Toz, toprak, taş, tuğla, beton yığıntısı karşısında; bizi eli kolu bağlı bırakan görüntü karşısında hiç bir korku belirtisi olmadan, hiç bir ikilem yaşamadan sessiz sessiz kararlar aldılar. Sonsuz bir dikkat ve kesin bir soğukkanlılıkla hareket ediyorlardı. Bizim için “mümkün” olamayan onlar için “olağan”dı.

Yaptıkları işi iyi bilmekten kaynaklanıyordu belki bu soğukkanlılık. Güven vardı gözlerinde sonra. Çelik gibiydi gözleri. Çelik gibi. Ben en çok buna güvendim o anda. Barış, tozu toprağı silkeleyerek çıkıverecek kadar güvendim.

Bilinçsizce izliyorduk onları. Bizden bir şey istediklerinde hemen yerine getirmeye çalışarak izliyorduk. Etrafta buldukları sağlam kerestelerden dayanak yaparak tünel oluşturdular. Ellerinde kazma kürek vardı. Bir yandan, kazmaya, ilerlemeye çalışıyorlardı enkazın içine doğru.

Ben kazma ve küreği bu kadar narin kullanan kimse görmedim şimdiye dek… Kazmanın ve küreğin bu kadar yumuşak aletler olduğunu bilmezdim hiç. Esmer, kavruk adamların elinde toprağa yumuşacık dokunan, incitmeden eşeleyen parmaktı onlar… Kazma ve kürek değildi asla…

Dayanaklar yaparak oluşturdukları tüneli biraz daha uzattılar, biraz daha uzattılar. Sadece bakıyorduk biz. Ustalıklarına bakıyorduk. Verdikleri güven duygusuna yaslanıp izliyorduk sadece. Sessiz, vakur, serinkanlı çalışmalarını görüp bütün kentin insanlarını enkazdan kurtaracaklarına inanabilirdiniz. İki saat sonra dışarıya çıktı biri:

“Biraz su lazım.” dedi.

Barış su içecek! Barış’ı buldular ve ona su içirecekler!

Onlar Zonguldak’tan gelmiş maden işçileriydi. Yeraltından cevher çıkarmada usta; yeryüzünün ise tanımadığımız eşsiz cevherleriydi. Her biri bizim hiç bilemediğimiz bir işin ustası… Yapamayacağımız, zor bir işin gönüllüsü… Dünyadaki en zor mesleği yapan esmer adamlardı onlar. İçlerindeki ışıltıyı görmek için birinin gözlerine bakmak yeterliydi. Ben o sarı yağmurluklu adamlara, ben o sarı baretli adamlara duyduğum güvenin sınırını çizemedim o an. O duruşlarına o bakışlarına, o ellerine, kollarına duyduğum güven, bütün doğa kanunlarını alt üst etti bir anda.

“Barış su istiyor!” dedim…

“Barış su içecek” dedik.

Şu biraz iri yapılı olan, çelik bakışlı adam verdiğimiz suyu aldı. Enkazda oluşturdukları tünele girdi, kayboldu.

İki gündür bekliyorduk. Esmer adamlar çalışmaya başladığından beri ise iki saat geçmişti.

Madenciler tünelden çıktılar. Birinin kucağında Barış… Elini yüzünü suyla yıkamışlar. Üstündeki tozlar temizlenmiş.

Onu anacağımız bir mezar taşının olması bile ne anlamlıydı. Barış’ı enkazdan canlı çıkarmışlar gibi sevindik.  Madencilere minnet duygularımızı kırık dökük sözlerle anlatmaya çalışmamızı anımsıyorum. En güzel sözlerle anlatmayı isteyip de en yetersiz sözcüklere takılıp kaldığımızı anımsıyorum. Ellerine sarıldığımızı, öpmeye kalktığımızı… Onlarınsa “Estağfurullah… Ne demek? Ne önemi var abi…” dediklerini. Ve o alçakgönüllü halleriyle gelmeleri gibi tıpkı, yanımızdan sessizce çekip gittikleri aklımda…

**

Gerçeklik algısı zamana ve mekâna göre değişen bir şey.

Yaşlanmak ve yaş almak da öyle…

Ben orada bir günde on yaş büyüdüm.

Barış hâlâ aynı yaşta…

 

 

 

 

Sayfa : 9