...
Başlık : ELEMTEREFİŞ NİNE
Yazar : Elif Füruzan Uysal

Mart ikindisi... Biraz üşüdüm, soğuk hafiften de olsa hissettiriyor kendini, rüzgar karayel gibi… Güneş yerler ılık aslında, gölgelerin koyuluklarında durulmuyor henüz öyle uzun vakit… Bahçeye girerken bunları düşünüyorum. Bahara az kaldı… Pencerenin önündeki begonvil de bilmiş vaktini, minik minik pembe beyaz çiçeklenmeye durmuş… Beş tahta basamakla ulaşılan verandanın üçüncü basamağı gıcırdıyor yine, geçmiş vakitler üşüşüveriyor aklıma. Yapıldığı günden beri hiç kesilmedi o basamağın gıcırtısı, annem tamir ettirtmedi. Onun alarmıydı o basamak! Evden çıktığımızı ya da döndüğümüzü o gıcırtıdan anlardı. Ondan habersiz kaçmak için atlayarak inerdim üçüncüyü… En çok ben kaçardım, kardeşim sevmezdi kaçak göçekliği…

              Bu kez defalarca gıcırdattım, annem duysun istedim nedense? “Kim o?” desin, “sen mi geldin”i eklesin sonra… Açmadı, duymadı. Zile basacaktım ki duraksadım. Uyuyordur belki… Yavaşca yokladım kapıyı, kilitli değildi yine.  Zaten hiç kilitlenmez gündüz gözü bu evin kapısı. “Eski köye yeni adet getirmeyin! Karışmayın bana!” der hep annem. Dinletemedik…

              Yavaşça girdim, ayakkabılarımı çıkarıp sağda dizili duran terliklerin arasından benimkini bulup geçirdim ayağıma. Hepimizin terliği vardır bu evde; kız kardeşimin, çocuklarımızın, eşlerimizin. Babam… O öldükten sonra her şeyini sağa sola dağıtmış, bir tek evde giydiği bu kahve deri terliklerini vermemişti.  “Onlar yerinde duracak, ellemeyin!”

              Radyo açıktı, “Yurttan Sesler Korosu”ndan tanıdık nağmeler dökülüyordu ortalığa… Hep açıktır annemin radyosu; girişte, aynalı konsolun üstünde durur ki her odadan duyulsun sesi. Ezelden beri televizyon izlemez annem, “gözümü işten alıkoyuyor o aptal kutu!” der. Türkünün nağmelerinden sonra tanıdık kokular çarpıyor hemen, yeni temizlik yapmış belli, arapsabunu kokuyor ortalık. Zeytinyağlı pırasa pişmiş, yeni filizli cinsi,  ocaktan inmiş.  Lavantalı kolonyasını sürmüş bizim Adviye Sultan! Ev biraz soğuk mu sanki? Kısmıştır yine kaloriferin ayarını, sıcağa gelemez…

 Salona ilerliyorum.

 Işığını sevdiği pencerenin önündeki tek kişilik koltukta, elinde örgüsüyle... Şişlerin biri kolundan kaymış, ilmekler kaçmış ortalığa… Diğer şiş başının yaslı kaldığı omzunun altına sıkışmış. Önce uyuyor sandım, son zamanlarda öyle iki ara bir dere uykular edinmişti. Ama o örgüsü hep elinde! Yine öyle zannedip elinden şişleri almaktı niyetim. Başı önüne düşüverdi, elleri buz çelik… İçim soğudu, kanım çekildi birdenbire… Buz ellerini avuçlarımda ısıtmaya çalıştım. Isıtamadım. Konuşamadım, dilimde dönmedi hiçbir kelime… İnsan annesinden korkar mı; korkuverdim bir an. Sadece bir an! Saçının yanağına düşen perçemini onun yaptığı gibi kulak arkasına yerleştirdim, yanağına değen elim ürperdi, ağladı tenim. Önce tenim ağladı sanırım… Oturdum sonra karşısındaki ikiliye şaşkın ve ne yapacağını bilemez halde…  Son kez, o çok sevdiği örgüsüyle anneme doymaya çalıştım. İçime içime doldurdum anneli, örgülü son Mart ikindisini… Neriman Altındağ Tüfekçi  “Gitme bülbül, bahar erişti ey ey…” diyordu o sırada. Mutfaktaki musluğun damlayan sesini duydum müziğin esleri arasında. Şıp şıp… Şıp şıp… Altına mavi plastiği koymuştur annem, biriken suyla bulaşıklarını yıkayacaktır. Dışarıdan sesler duyuyorum, seyyar satıcı geçiyor. Güneş de indi pencereye az evvel, annemi ışıttı, ışıktan kuşaklara sardı onu. Her şeyi görüyor, duyuyor, hissediyorum ama kıpırdayamıyorum. Kalkamıyorum oturduğum ikili koltuktan.

              Güneş indiyse pencereye, saat 16.00 civarı olmalı, bir saate kalmaz kararır ortalık, ışığı yaksam mı? Bahçe loşlaşır önce, ağaçların gölgeleri içeriye vurur yavaşça, kış ikindilerinde çabuk kararır bu salon. Annem yine de hemen yakmaz ışığı, o loşluğu sever. Ne zaman ki artık elindeki örgünün ilmeğini göremez, o zaman yanar salonun ışığı. Yakmayayım ben de… Oturalım böyle anne!

              Annem ve örgüleri… Örgülü hikayeleri… Sayısını hatırlamadığım fotoğrafı vardır onun bu koltukta; kolunun altında şişleri, ayağının dibinde yün sepeti… Bazı fotoğraflara biz eklenmişizdir kimi zaman; ben, kız kardeşim, torunları, damatlar… Babamın ölümünden öncekilerde küçüklük hallerimiz… Bütün resimlerde aslolan annem ve örgüleridir, bizler gelip geçici figüranlar gibiyiz…

              Bana da kardeşime de daha çok küçükken öğretmiştin ilmek atmayı. Atılan her ilmikle büyüyen, uzayan o yün yumaklarının sihirli olduğunu sanırdım. Ellerin sihirliydi senin; bir’le başlayan ilmek kocaman kazaklara, atkılara, berelere, battaniyelere dönüşürdü ellerinde. O sihir bende yoktu. Senin ve kardeşimin ilmekleri nasıl da güzel görünürlerdi; aynı düzende, aynı büyüklükte… Benimkiler şişten kaçmaya çalışan firariler gibiydi, durmazlardı bir türlü durması gerektiği gibi… Çabuk vazgeçtim öğrenmekten, “sizin sihriniz bende yok” diye çabuk küstüm o renkli yumaklara, inceli kalınlı şişlere. “Sende sabır eksik, hadi gel bir daha deneyelim Delifişeğim benim” derdin, bakardın sonra ne diyeceğim diye… Kaprislenir, “sevmiyorum ben örgüyü, örme kazak giymeyi de” derdim kıskançlığımı örtmeye çalışarak… Gülümserdin, bir bildiğin varmış gibi…

              “Mektuplarım benim onlar” demiştin bir keresinde. “Her ilmek bir harf, her sıra bir mısra, her motif bir paragraf…” Şaşkın şaşkın anlamaya çalışmıştım ne demek istediğini. Şimdi anlıyorum; o yüzden mırıl mırıldı dudakların hep. Yazdığın mektupları okuyordun içinden…

              Hayatın hızında unutmuşum tüm bunları. Karşımda uyuyormuş gibisin; sanki öyle düşünürsem öyle olacakmışsın… “Hani, orta sondaydım, bana ördüğün saç örgülü kırmızı kazağım vardı ya? Arkadaşım çok beğendi, ona hediye ettim demiştim sana. Yalandı. Sattım onu ben arkadaşıma, yarasa kol modeliyle çok şişman göstermişti çünkü beni. Sattım ve o parayla beş tane kitap almıştım. Beğenmedim diyememiştim sana. Kızmadın değil mi? Kızmazsın sen, kimseye kızmazsın ki…

Bende hiç kızgın sen yoksundur… Sessiz, bıyık altı gülüşlerin çoktu hep… Bazen de ağız dolusu, genç kız kıkırtısı kahkahaların… Gülerken başını tutmaların… Bir tek gün ağladığını görmüştük; babamı kaybettiğimizde… O da öyle sessiz ve sakindi ki… Sanki incitmekten korkar gibiydin babamı, usul usuldu ağıdın. Bize sessiz, sicim gibi inen gözyaşlarını izlemek kalmıştı. Bir babamı, bir örgülerini kıskandım hep. Babamın sana bakışını kıskanırdım anne, çok kıskanırdım. Kimsenin kimseye öyle baktığını görmedim. Bana hiç kimse öyle bakmadı, öyle sevenim olmadı hiç anne.  Babam gidince küçüldün sanki suya hasret narin begonya gibi içine gömdün kendini. Her güne bir motif, üç yüz altmış beş günlük battaniyelere o vakit başlamıştın. Kaç battaniyemiz var o günden beri? Yüklük ağzına kadar kırkyama battaniye kokuyor. Açıp yüklüğün kapılarını koklardın onları özlemekle dolu, nefesini tutardın özlediklerinle… Torunlarına sarılınca da öyle koklardın onları; hücrelerine kadar doymak ister gibi… Sen herkesi  çok güzel sevdin anne, senin gibi sevmeleri hiç beceremedim. Ne diyeceğim şimdi onlara? Nasıl diyeceğim? İkisi kız bir oğlan üç torun bıraktın ardında… “Elemterefiş Nene”niz gittiyi bana mı söylemek düştü? Elinde şişlerle bildiler seni, yünlerinle sevdiler, yumaklarında büyüdüler. “Elemterefiş Nene; kem gözlere şiş Nene!” dediler sana. Hani onlara da öğretecektin bir ters bir düz örgüyü; haroşadan mektuplar yazmayı?  Battaniyelerle yas tutmayı, atkılardan akan aşk şarkılarını… Gülmeyi, sevmeleri, ağırlığı yokmuş gibi dopdolu varlığını hissettirmeyi…

              Ay mı geçti, aylar mı? Yoksa yıl oldu mu?

Kim buldu beni orada, kim aradı sağı solu? Yapılacakları kim yaptı? Kim yıkadı annemi, kim gömdü? Beni mezarlıktan kucaklayıp getiren kimdi? Sisli o vakitler… Radyosunu kapatmayın demiş miydim?

Evdeyim, senin evinde Anne! Eskiden bizim de evimizdi burası… Eşyalarını toplayıp, kaldıralım, dağıtalım diye kardeşim sürükleyerek getirdi beni. Gelemezdim tek başıma, gelemedim de, özür dilerim… Çocuklar da buradalar, kocam da mı gelmiş? Herkes biraz tuhaf davranıyor bana; kırılıp parçalanacak sırça vazoyum sanki? Şu duru yüzlü psikiyatr “geçecek zamanla, yasınızı tutun, herkes saygı gösterecektir buna” dediği için belki de… Eve girer girmez terliklerimi giyiyorum, anneminkiler de orada, niye ayağında değil ki… Radyoyu kim kapattı, açın hemen! Açılıyor, Yurttan Sesler Korosu yok, bekleriz, saati gelir nasılsa… Damlayan musluktan da ses gelmiyor, su mu kesilmiş acaba?  Ev de tozlanmış biraz, üşengeçlik yapmış annem, yapmazdı hiç oysa! Eski atletten bozma temizlik bezlerinin olduğu çekmeceye koşuyorum, oradalar, kokluyorum… Kokluyorum, kokluyorum…

 Zaman burada dursun istiyorum. Durmuyor. Kardeşim yüklüğün olduğu odadan sesleniyor, “Abla, ne yapacağız bunca battaniyeyi?” dokundurtmuyorum hiçbirine, yüklüğü kapatıp “gidin buradan” diyorum “hepiniz gidin buradan!” Kaç saat yattım senin ördüğün battaniyelerin altında? Kalkmalı, yemek koymalı ocağa, hava iyiden kararmış. Mutfağa giderken örgü sepetine takılıyor gözüm, kapının yanına konmuş, yeri burası değil ki onun… Senin dizinin dibinde durmalı o sepet…

Bir’le başla, ipi sola al, öndeki ilmeğin içinden geçir, öbür şişe tak… Bir ters bir yüz devam et…

Sayfa : 12