...
Başlık : BELGİN
Yazar : Manolya Berk

“Divinum est opus sedare dolorem.”
“Ağrı dindirmek Tanrı sanatıdır.”
                                             Hippocrates

Öğleden sonra saatleriydi. Öğle arasının bağımlı serbestliğinin geride kaldığı, fakat çıkış saatine de epeyce vaktin olduğu, hiçbir zaman sabah saatleri gibi çabucak geçmeyen, nedense uzadıkça uzayan öğleden sonra saatleri. Son zamanlarda, büyük şehirlerdeki büyük eğitim hastaneleri, şehir merkezine uzak bölgelere “semt polikliniği” adı altında, ayaktan tedavi hizmeti sunan, kendine bağlı küçük birimler açmaktaydı. Muhit olarak genellikle, merkeze kolay gelemeyecek durumdaki insanların çoğunlukta olduğu, gecekondu semti tabir edilen, fakir bölgeler tercih edilmekteydi. Semt polikliniklerinde, çeşitli branşlarda muayeneler yapılabiliyordu. İşte böyle bir semt polikliniğinin içinde yer alan bir genel cerrahi polikliniğinde, muayeneler devam etmekteydi, hastalar girip çıkıyorlardı. Bazen çok yoğun, bazen çok sakin olabiliyordu ortalık. O gün, orta yoğunlukta bir gündü; alelade, sıradan.  Sıradan olmayan şey, genel cerrahi doktorunun kadın olmasıydı. Tıbbın, erkek hekim ağırlıklı dallarından biriydi genel cerrahi ve uzmanlarının hemen hepsi erkekti. Yakın zamanlarda, kadın genel cerrahlara da rastlanmaya başlanmıştı ama yine de cerrah deyince akla öncelikle erkek doktor geliyordu.  Aslında kadın doktor bile, maalesef, hala yadırganan bir durumdu. Poliklinikte hastalara bakan ve türünün nadir örneklerinden olan kadın cerrah, hekimlikte yirmi yıla merdiven dayamıştı. Genel cerrahi branşında hemen hiç kadın doktorun olmadığı yıllarda, kendine has idealistliği ve sebatı ile uzmanlık eğitimini tamamlamıştı. Ama halkın gözünde ve özellikle dilinde hâlâ “doktor” olamamıştı. Kapıdan kafasını uzatan hastaların bizzat kendisine, “Doktor yok mu, doktor nerede, ne zaman gelecek,  gelince bize bakacak mı” gibi sorular sorması, bire bir muayene ve müdahale ettiği hastalarının bile ısrarla hemşire hanım diye hitap etmesi onu kızdırmıyor, ama kırıyordu. Kızgınlık gürültülü, kırgınlık sessiz olurdu ve kırgınlık arttıkça sessizlik de giderek artıyordu. Kendisine “doktor bey” diyenlere kırılmıyordu, kabulüydü, çünkü onlar henüz “doktor hanım”  aşamasına gelemeyenlerdi. Fakat yıllarca emek verdikten sonra, uygun hitabın bile kendinden esirgenmesi onu üzüyordu, camdan olan kalbinde, kılcal çatlaklar oluşturuyordu. Erkek meslektaşları, böyle bir sorun yaşamıyordu. Bir keresinde, sağlık memuruna doktor bey diyen hasta, kendisine hemşire hanım demiş, ben hemşire değilim dediğinde, başhemşire hanım diye kendince düzeltmiş, ben doktorum deyince de, inşallah doktor da olursun demişti. Bazı kişilerin havsalasına, kadın doktor nedense sığmıyordu. Bir keresinde de, koridorda hemşire hanım diye seslenen hastaya, ben hemşire değilim, doktorum diye yanıt vermiş ve durduk yerde, “ne fark eder ki canım Allah Allah”, diye başlayan bir temiz azar işitmiş, “farkı; yedi yıl fakülte artı beş yıl ihtisas” diyememişti. Yeni uzman olduğu dönemlerde, ilçe devlet hastanesi başhekimliği yaparken, kapıyı açanların pek çoğu, kendisini tam karşıda, kocaman masanın başında gördükleri halde, nedense açtıkları kapının arkasına doğru uzanıp bakarak, gözleriyle başhekim aramaya devam ederlerdi. Hem kadın, hem doktor, hem genç, hem başhekim, bu kadar kusurlu hareket de bir arada olamaz artık, diye düşünüyorlardı herhalde.

Poliklinikteki kırgın kadın cerrahın sıradaki hastasının adı, Belgin’di. Bilgisayar ekranından görmüştü adını. Severdi “Belgin” ismini.  Annesinin sevdiği, eski Türk filmlerini hatırlatırdı ona bu isim. O filmlerdeki mahzun yüzlü, utangaç bakışlı, her an bükülmeye hazır dudaklı, siyah-beyaz kadınları hatırlatırdı. Geçmişin gri sisine çok iyi uyan o siyah-beyaz kadınlar, oldukları halleriyle güzellerdi, renkler onlara uymaz, üzerlerinde eğreti dururdu.

Kapı açıldı. Başında, çene altından gevşekçe tek düğüm atılmış mavi şal desenli eşarbı ve üzerinde koyu mavi şişkin montuyla, kayıtlara göre kırk altı yaşında olan Belgin Hanım, odadan içeri girdi. Girerken, doktorla bakışları karşılaştı. Böyle bakışları tanıyordu doktor. Sanki hafifçe dışa fırlamış gibi duran gözlerdeki, biraz boş, biraz donuk bakışlar. Bu bakışlar, genellikle halk arasında “biraz saf” diye tabir edilen kişilere ait olurdu. Sanılanın aksine, bu kişilerle iyi iletişim kurulup, uygun şekilde yönlendirilirlerse, genellikle muayene ve tedavi sırasında pek bir sorun çıkmazdı. Hatta bazen, akıllı geçinenlerden çok daha sevimli ve uyumlu olabilirlerdi. Belgin’in bakışları da yarı boştu ama diğer yarısı da dolu gibiydi.  Yıllardır, poliklinik kapısından giren her hastasını, mutlaka “geçmiş olsun” diyerek karşılar ve “buyurun, oturun” diyerek yer gösterirdi. Belgin’e de “geçmiş olsun” demek için ağzını açtı, ama diyemedi. Çünkü Belgin kapıdan girer girmez, “abla, şuram çok acıyo” diyerek karnını açmaya çabalamıştı. Böyle sahneler de, çok tanıdıktı doktor için. Kadın cerrah bulunduğunu öğrenince, ‘bir şey soracağım’ diye içeri giren kadınların, kimi bluzunu birden sıyırıp, hop diye memelerini açmış, kimi donunu bir hamlede indirivermiş, kimi ayağını terliğinden çıkarıp, bir anda masanın üzerine, burnunun dibine uzatıvermişti. Yani, zaten muayeneye gelmiş birinin, kendisine bir şey söylenmesini veya muayene masasına yatırılmayı beklemeden, ilk adımda ayaküstü soyunmaya başlaması garip değildi.

“Dur güzelim, şimdi soyunma” dedi doktor. “Önce şuraya bir otur, biraz konuşacağız seninle, sonra da muayeneni yapacağım, merak etme”. Tıpta ‘hikâye alma’ diye bilinen konuşma-sorgulama faslı, hastaya ve tanıya yaklaşımda ilk ve belki de en önemli bölüm olmasına rağmen; pratikte, bazen yoğunluktan, bazen ihmalden yeterince öneme sahip olamamaktaydı. Oysaki hastanın yaşı, özgeçmişi, soy geçmişi, şikâyetinin ne kadar süredir olduğu, daha önce benzer şikâyeti olup olmadığı, hekimi tanıya yönlendiren temel bilgilerdi. İstenilen cevapları alabilmek bazen oldukça güç olsa da, gerekliydi. Belgin’in doktoru, biliyordu ki, eğer hasta şikâyetlerini yeterince anlatamadığını hissederse, asla tam tedavi olamazdı. Hekim açısından yorucu, zor ve zaman alıcı olsa da, hasta, hekimine anlatmak istediklerini sonuna kadar anlatabilmeliydi. Hekim için gereksiz ve önemsiz olabilecek bir durum, hasta için çok önemli olabilirdi. Sonuçta hasta, hekim değildi, hastaydı ve hastanın kendini rahatsız eden durumları, hekimine ayrıntılarıyla anlatmak istemesi de gayet doğaldı. Önemli-önemsiz, gerekli-gereksiz ayrımını yapabilecek olan ve yapması gereken, hekimdi. Hekimliğin kolay olmadığı, zaten herkesçe malumdu. “Biraz saf” hastalarla yapılması zor olan kısım, işte bu hikâye alma kısmıydı. Zordu ama imkânsız değildi.

Belgin’in bildiği önemli bir hastalığı yoktu. Karnında, muhtemelen birkaç gündür, ağrılı, kızarık, şiş bir alan vardı. İlk defa oluyordu. Doktoru Belgin’e, paravanla önü kısmen kapalı ve ayakucuna da basamak dayalı olan, muayene masasını gösterdi. Ayakkabılarını çıkarmasını, basamakların yardımıyla oraya çıkıp uzanmasını ve karnını açmasını söyledi. Hastalarının muayeneye hazırlandığı sürede, kendisi de bilgisayardaki hasta dosyasını doldurmaya başlardı. Belgin’in ve kendinin hazırlıkları bittiğinde, ayağa kalkarken, her zamanki gibi, sandalyeyi duvara, sağına yönelerek attığı ilk adımında sağ dizini pansuman arabasına, ikinci adımında da sol ayağını paravanın çıkıntılı ayağına çarptı. Üçüncü adımı atma şansı zaten yoktu, çünkü oda hem küçük hem de yamuktu. “Senin gibi başka saf var mıdır şu dünyada acaba” diye düşündü doktor, “aynı zamanda başhekim yardımcısı da olduğu semt polikliniğinde, en küçük, en şekilsiz, genel cerrahi branşına en elverişsiz odayı kendine alsın. İşte böyle, her kalkışta sağa sola çarpa çarpa git bakalım. Şu saf Belgin bile, böyle yapmaz herhalde.” Basamağı ayağıyla muayene masasının altına itip, eliyle paravanın kanadını açarak hastasının yanına geldi. Belgin’in karnına baktı doktor. Büyükçe bir apse vardı. Her apse gördüğünde, gözünün önüne aynı şey gelirdi: Tıp fakültesinde iken, ders notlarına büyük büyük yazdığı, altını çizdiği,  ‘apsenin tek tedavisi drenajdır’ cümlesi. Drenaj, yani apsenin içindeki irini boşaltmak. Genel cerrahi uzmanı olup, yüzlerce apseyi boşalttıktan sonra bile, hâlâ aynı cümleyi görüyordu zihin gözünde.

Belgin’e nesi olduğunu ve neler yapacağını anlattı. “Buraya iltihap toplanmış, temizlemek gerek” dedi, “yoksa iyileşmez”. “Acıycak mı?” diye sordu Belgin. “Uyuşturacağım orayı, dokunduğumu hissedeceksin ama fazla acı hissetmeyeceksin. Eğer çok acırsa bana söyle. Hastalarım hep, elin çok hafif derler, rahat ol sen” dedi doktor. Poliklinikte tek başına çalıştığından, kendine göre bir sistem geliştirmişti mecburen. Çünkü kendisine alet verecek, ilaç getirecek, eksikleri tedarik edecek, temizi temiz tutacak, kirliyi ortadan kaldıracak, kısacası yardım edecek kimse yoktu. Bilgisayarla ilgili işleri -ki artık, hasta dosyası, tetkik istemleri, tahlil sonuçları hepsi oradaydı-, muayeneyi, müdahaleleri, tıbbi atıkların ayrılmasını, yani her işi, hekim tek başına yapmak zorundaydı. “Eski Türk filmlerindeki cerrahlar ne şanslıydı, terlerini bile hemşireler siliyordu” diye düşündü. Ama zaten bu filmde, ona cerrah rolünü değil, ısrarla mahzun kadın rolünü vermeye çalışıyorlardı. Dolayısıyla, hiç şansı yoktu. Malzemelerini kontrol etti, bazı eksikler vardı. Hastasına bilgi vererek odadan çıktı.  Koşar adımlarla, neyse ki aynı katta ama diğer uçta olan, medikal depoya gitti, istedikleri mevcuttu, içinden oh dedi. Çünkü bazen orada da bitmiş olabiliyordu ve haliyle bu durum çeşitli güçlüklere yol açabiliyordu. Gerekli malzemeleri alarak, aynı hızlı tempoyla odaya döndü. Önce cildi temizledi, yapacağı küçük cerrahi müdahaleye ve steril malzemelere uygun alanı hazırladı, kendi de steril eldiven giyip cildi uyuşturdu. Uyuşunca hazırlamış olduğu bisturi ile cildi kesti, aletlerle derinleştirdi. Ve işte iltihap, kokular yayarak akmaya başladı.  Aletlerle apseyi boşaltmaya devam ederken, birdenbire Belgin’in sesi duyuldu: “Beyaz önlük sana çok yakışmış” dedi. “Kendin güzelsin de, onun için yakışmış. Bebek bebek”. Bu güzel kelimeler, doktorun kulaklarında yankılandı ve kendine nasılsa bir yol bulup, kalbine kadar gitti sanki. Kılcal çatlaklı camdan kalbinin içine yayılan, bir sıcaklık, bir hoşluk, bir samimiyet dalgası hissetti. Bu dalga, su dalgası gibi yayıldı içine. Anatomide böyle bir yol var mıydı, kulaktan kalbe giden, kalbinden içine yayılan? Yoktu. O zorluğuyla meşhur anatomi derslerinde olsaydı böyle bir şey, mutlaka bilirdi. Bu başka bir yoldu. Gözle görülemeyen, derslerde öğrenilemeyen başka bir yoldu. Duygu yoluydu. Su yolu gibi. Su, yolunu nasıl buluyorsa, duygular da buluyordu. Önceden var olmayan yeni yollar yaratıyor, uzak olanı, ayrı olanı, farklı olanı birleştiriyordu. İki eli kan ve irin içindeki doktor, gözlerini kendi ellerinden Belgin’in gözlerine çevirdi. Belgin’in gülen gözleri, doktorun gülen ama şaşkın gözleriyle birleşti. Esasında, gözlerinin yanı sıra gönülleri de birleşmişti, bakış köprüsü vasıtasıyla. İki kadın, birkaç saniye birbirlerine gülümsediler. Doktor gözlerini Belgin’in yüzünden mecburen çevirip, tekrar kanlı-irinli alana baktı. Müdahale alanı, biraz öncekinden daha farklı görünüyordu şimdi sanki gözüne. Apsenin içini serumla yıkadı, yarayı temizledi. İşine devam ederken Belgin’e, yarın yaraya tekrar bakması gerektiğini söyledi. Yarın da iltihap birikebilirdi. Gelebilecek miydi? “Uzakta oturuyoz abla” dedi Belgin. “Yollar da çok çamur, yürü yürü bitmiyo, uzak yaa”. Gelemeyecek olan hastalarına, gerekli ilaçları yazıp, nasıl pansuman yapılacağını tarif ederdi doktor. Hasta kimlerle gelmişse, hepsini odaya toplayıp anlatırdı. Çünkü böyle olunca, evde yara bakımını yaparken, herkes kendi hatırladığı kısmı birleştirir ve anlatılana en yakın şekilde işlemi gerçekleştirebilirlerdi. Elbette bu durum, yaraya hiç bakılmamasından daha iyiydi. Şartları uygun olmayan hastalarla inatlaşıp, geleceksin diye zorlamanın bir anlamı yoktu, gelemeyecekse gelemezdi zaten. “Buraya kiminle geldin?” diye sordu doktor. Eniştesiyle gelmişti Belgin. “Evde pansuman yapabilecek biri varsa, nasıl yapılacağını anlatayım, ilaçlarını yazacağım zaten” dedi Belgin’e. Belgin, “Ablam var, o yapar” dedi önce. Biraz sonra ise “o da anlamaz ki yaa, köylü garısı” dedi. İşte Belgin böyle saf ve temizdi. Aklından geçenleri söyleyiveriyordu, ‘sosyal’ insanın kar-zarar hesabı süzgecinden geçiremiyordu sözlerini. Doktoru ‘bebek’, ablasını ‘köylü garısı’ yapıvermişti. Aslında o yapmamıştı, ona göre öyleydi. “O zaman yarın da gel” dedi doktor. “Yarından sonra, gelmesen de olur ama yarın önemli, olur mu Belgin Hanım?” dedi. “Enişteme söyle o zaman abla” dedi Belgin. Doktor alışkındı bu isteklere. Özellikle kadın hastaları, yapılacak bir iş söylediği veya bir tavsiyede bulunduğu zaman , “eşime de söyle, ağabeyime de anlat, babama da söyle” gibi isteklerde bulunurlardı. Anlattıklarını, sabırla tekrar hasta yakınlarına da anlatmayı görevden saydığı için, hiç gocunmazdı. “Tabii, söylerim” dedi. Belgin’in pansumanını tamamladı. Tekrar steril edilecek cerrahi aletleri ayırdı, kesici-delici tıbbi atıkları kesici atık kutusuna, imha edilecek tıbbi atıkları, tıbbi atık kutusuna, normal çöpleri çöpe attı. Belgin’e, isterse yavaş yavaş kalkabileceğini söyledi. Ama yavaş kalkmalıydı, başı dönebilirdi. Eldivenlerini de tıbbi atıklara atıp, elini yıkamak için lavaboya doğru yöneldi. Muayene masasının başucu tarafında, lavabonun olduğu bir girinti vardı. Buraya girebilmek için, önce paravanın açık olan kanadını kapatıp, paravanı muayene masasının başucuna tamamen yanaştırmak, paravanın dik durabilmesi için öne-arkaya çıkıntılı olan ayaklarının üzerinden atlamak gerekiyordu. Hemen atladı, çünkü artık bu akrobasi hareketlerine alışmıştı. “İyi ki kilolu değilmişim, yoksa bu odada nasıl hareket edecektim” diye düşündü. Ellerini yıkadı, sağ eli alışkanlıkla, lavabonun sağ üst kısmında duvara monte edilmiş, devasa çek-al kâğıt havlu kutusuna uzandı, ama kutu sıkça rastlandığı gibi boştu. Bazı malzemeler merkez hastanede de biter, alınıp gelene kadar yok olurdu. Önce sağ eliyle sol elinin parmaklarını, sonra da sol eliyle sağ elinin parmaklarını sıkarak, fazla suyu lavaboya akıttı. Bu sefer odanın içine doğru atladı ve ellerini parmakları açık şekilde, ritmik olarak sağa sola hareket ettirerek havalandırdı. Ellerini çabuk kurutması gerekiyordu, çünkü hem bilgisayara işlemleri girecek, hem de reçete yazacaktı. Kalan suyu da, beyaz önlüğünün eteklerine, ellerini önlü arkalı vurup kaldırarak zoraki kuruttu. Bilgisayar işleri ve yazı için kullanılan masaya geçti. Belgin de yavaş yavaş toparlanıyordu. Yaptığı müdahaleleri, kullandığı malzemeleri bilgisayara işledi, bunlar hastanın kurumuna gönderilecek fatura için, yani hastanenin ücret tahsil edebilmesi için gerekliydi. Bu nedenle çok sıkı takip ediliyordu. Ardından hastanın tıbbi dosyasına, yapılan işlemleri yazdı, bu da tıbben gerekliydi. Belgin’in reçetesine, ağızdan alınacak iltihap kurutucu, gerektiğinde kullanılacak ağrı kesici ve pansumanı için kullanılacak merhemler yazdı. Reçeteye yazdığı ilaçları da, hastalara mutlaka anlatırdı. Tedaviyi uygulama gibi önemli bir iş, genellikle hiçbir tıbbi eğitimi olmayan eczacı kalfalarının, ‘doktor yazısı’ndan da beter bir yazıyla ilaç kutularına yazdıkları notlara ve ne derece uygun olduğu tartışılan tavsiyelerine bırakılmamalıydı. Tedavisini anlayamamış görünen hastalarına, “istersen ilaçlarını aldıktan sonra tekrar gel, kutularından göstereyim” derdi. Bunca titizliğe rağmen, yanlış kullanmayı başaran da yok değildi. Belgin de giyinmişti artık, “enişteni de çağır da, konuşalım” dedi doktor. Çıkıp çağırdı eniştesini Belgin. Enişte bey, Belgin’in peşi sıra gelerek odaya girdi. Doktor, Belgin’in yarın kontrole gelmesinin önemli olduğunu anlattı onlara, gelememe ihtimaline karşılık, yara bakımını da anlattı. Ağızdan ilaçları nasıl kullanacağını da anlattı. Gelirken, yazdığı merhemleri de getirmelerini tembihledi, çünkü poliklinikte o merhemler yoktu. “Yarın gelirsek ne zaman gelelim hocam” diye sordu enişte bey. “Yine bu saatlerde gelebilirsiniz. Beklenmedik bir şey olursa da gelin. Haydi geçmiş olsun” dedi doktor. Kapıdan çıkarken, Belgin arkasına dönüp, “Ağrım geçti abla. İçin de güzel senin” dedi. Aslında yaşı itibariyle ablası olamayacak doktor ablası ise, bu sefer Belgin’den gözlerini kaçırdı ve zar zor “sen daha güzelsin” diyebildi. Belgin’e bakamadı ve düzgün konuşamadı, çünkü duygu gözyaşları ile bir anda doluvermiş haldeki, damlalar akıtmaya hazır gözlerinin görülmesini ve titreyen sesinin duyulmasını istemedi. Hekimlerin görev başında duygulanmasına yer yoktu.

Artık sıradaki hastayı almalıydı.  Dışarıdakiler, içeridekilerin halinden anlamayıp söyleniyorlardı maalesef. Hâlbuki onlar da içerideki olmaya adaydılar ve sorulacak olsa mutlaka, kendileriyle yakından ilgilenilmesini, işlemlerinin titizlikle yapılmasını isterlerdi.  Hastalar için kendileri, hekim için ise tüm hastaları değerli ve önemliydi. İşlemler ne kadar sürüyorsa, o kadar sürerdi.

Ertesi gün Belgin, söylenen saatte geldi. Yarası iyileşmeye başlamıştı. Doktor yarayı yine yıkadı, temizledi. Getirmesini söylediği merhemlerle pansumanını yaptı. Gerekli bilgileri verdi, tavsiyelerde bulundu. “Sağ ol abla” dedi Belgin, “dün seni anlattım ablama, doktorum bebek gibiydi, ben de ona bebek dedim diye söyledim, o da bana kızdı” dedi. “Olur mu hiç öyle şey güzelim, benim çok hoşuma gitti, öyle söyle sen ablana, hoşuna gitmiş, sevinmiş de, o senin bildiğin doktorlardan değil de”…

Belgin’in “bebek” doktoru, kısa sayılabilecek bir zaman sonra hekimlikten ayrıldı. Elinden bisturiyi bırakıp, yerine kalemi aldı. Ve oturup, her şeyden, herkesten önce “Belgin”i yazdı. Belgin doktorunu bebek yaptı, doktoru da Belgin’in önce ağrısını dindirdi, sonra da onu kâğıtlara yazarak ölümsüz yaptı.

Hem hayatta, hem de kâğıtlarda, çok yaşa Belgin.

Sayfa : 10