...
Başlık : BALIK
Yazar : Sami Aydoğan

Kısacıktı. Boyu ancak on, on iki santim kadardı. Bir karış bile değildi. Etine dolgun, sıradan bir balık, adını bilmiyordum, hâlâ da bilmiyorum.  Minik ağzını açıp açıp kapatıyordu. Şahin, öğrencim, üstünde okula giydiği kara önlük, beyaz yaka, sanki üniforması çocuğumun, okuldan çıktığı gibi duruyor. Üstüne yapışmış, sürekli aynı kara önlük, aynı beyaz yaka. Biraz kirli ama olsun, takmaktan gurur duyuyor. Okula geldiği gibi geziyor köyün içinde. Sadece babasının planya ve ince çivilerle elde yaptığı, çanta yerine kullandığı, ahşap bavul yok yanında, orta boy bir kova. Çocuk elini kovaya daldırıp bir tanesini yakalayıp çıkardığında sırtı parlak gümüşi yeşil, duman grisi ve karın altı beyaz, canlı, sudan çıkmanın verdiği şaşkınlıkla çırpınan bir balıktı. Renginden mi nedendir bilinmez köylüler gümüş balığı derlerdi. Bu köyde bu balığı nerden tutmuşlardı, nasıl avlamışlardı? Hemen aklıma köyün yakınından geçen ırmak geldi. Ama köylülerde hiç balık oltası görmemiştim. Balık tutulduğuna ilişkin bir konuşma da geçmemişti sohbetlerimizde. Neyle avlamışlardı? Çok merak etmiştim doğrusu. Hele Şahin? Bu çelimsiz çocuk, taşımakta zorlandığı bu kovayı dolduracak kadar balığı hangi maharetle tutmuştu? Balığın kaynağını öğrenmek benim için çok iyi olacaktı. Bakarsın ben de bir olta edinir, hafta sonları, üç buçuk saat süren yolu teperek kasabaya gitmek yerine on dakikalık mesafede nehre yürür, balık tutmakla oyalanırım. Şahin “öğretmenim bak, sana balık getirdim” dediğinde şaşkınlığımı gizleyememiş, baka kalmıştım. “Nehirden mi yakaladın Şahin, hem neyle yakaladın, senin oltan var mıydı?” “Yok öğretmenim, elimle yakalayıp kovaya doldurdum, sana da getirdim, buradan alabilirsin.” “Elinle nasıl yakaladın, elle balık yakalamak kolay mı?” “Evet öğretmenim, çok kolay, alıp kovaya dolduruyorsun. Yoldan aşağıya bak, şu gelenlerin hepsi balık topladı, kovaları balık dolu, ben bu kadar toplayabildim.” Gerçekten de nehir tarafından köye doğru yürüyen on dört on beş kişilik bir kalabalık vardı ve hepsinin ellerinde de birer kova. Balık toplamak! Balık avlamak diye bilirdim, balık toplamayı da yeni öğreniyordum.

 

İçine yarıya kadar su doldurup getirdiğim bir kovaya Şahin sekiz-on tane balık bıraktı. “Biraz daha al öğretmenim.” Şahine teşekkür edip eve yönelmeye vakit kalmadan Rıza’nın babası Hasan yanımıza kadar yaklaşmıştı “Hocam dur, girme içeri, birkaç tane de ben koyayım kovaya.” diyerek beni durdurdu. “Hayrola Hasan, bu balıklar da nerden? Irmak balık mı kaynıyor? Hem sizin ağınız yok, oltanız yok, neyle avlıyorsunuz? Şahin biraz anlatmaya çalıştıysa da pek aklıma yatmadı. Bir de sen anlat.” “Olur hocam. Şu aşağıda gürleyen ırmak var ya, balık doludur. Pek göremezsiniz. İçinde gümüşü var, sazanı var, yayını var. Hele aşağıda girdabın oluştuğu köşede tatlı su levrekleri var ki tadına doyum olmaz. Birkaç çeşit daha var da ben adlarını bilmem ki.” “Eee, anlat hele.” “İşte, bu azgın ırmağa biz köprü dayandıramadık, amma ve lakin o bizi hiç balıksız bırakmadı. Karşıya geçmemiz ne kadar zor olsa da, sakin zamanlarda çok kolay balık toplarız.” “Nasıl?” “Hocam biz bu ırmaktan kanallar açarak tarlalarımıza su çekeriz. Bu suyu tarlalarımıza ektiğimiz sebzeleri sulamak için kullanırız. Sulamayı bitirdikten sonra ırmaktan açtığımız kanalın başını kapatırız. Başı kapanan kanalın suyu, sulama bittikten sonra yavaş yavaş çekilir. Su çekildikçe ırmaktan kanala geçen balıklar kaçamaz, biz de kanal etrafında bekler, paçalarımızı yukarı sıvar, sığ suda balık toplarız. Kovası dolan komşular çok toplayamayan komşulara verir. Yılda en azından birkaç kez çocuklar balıkla beslenirler. Hem bir öğün yemeği de, ne pişireceğiz, tasasına düşmeden yeriz. Yeterince olgunlaştığını düşündüğümüz sebzeleri geceden toplar, sabah erkenden kasabaya, pazara götürürüz. Hepsini satıncaya kadar bekler, satamadığımızı da yok pahasına elden çıkarır, kazandığımız üç-beş kuruşla evin ihtiyaçlarını alır, eşeklerimizi bağladığımız hanın ahırına yakın kahvede birbirimizi bekleriz. Herkes toplanınca da hep birlikte laflaya laflaya köyümüze döneriz.” Bu arada Hasan ve Şahin’le birlikte balık toplayan diğer köylüler de yanımızda birikmeye başladı. Her biri benim kovama balık bırakmak istiyordu, ancak ben bunların hepsini yiyemeyeceğimi, kalırsa bozulacağını söyleyerek bırakmalarını önledim. Bugün şanslıyım, hiç beklemediğim bir şekilde akşam yemeğim geldi. Balıkları yıkayıp, temizleyip, unlayıp tavaya attım. Kızarırken sebze sepetimde kalan soğanlardan birini soyup masaya koydum. Kasabada haftada bir pazar kurulurdu, civar köylerden ve benim çalıştığım köyden insanlar ürünlerini satardı. Kentten pazarcılar da gelir tezgâhlarını açardı. Kasabaya gittiğim pazar haftalarından birinde aldığım beyaz şarabımı bir su bardağına doldurup tabağımın yanına yerleştirdim, kadehim yoktu. Yanlış anlaşılmasın, kasabada kadeh bulunmadığı için değil, almak istemediğim için. Kırmadan getirebildim diyorum çünkü ben aldığım şişeleri düşürüp kırma beceriksizliğini hep gösteririm. Kendime ziyafet çekiyordum. Yalnız başıma pek keyifli gitmiyordu ama okul günlerimi, arkadaşlarımı anımsıyor, aramızda geçen espriler, muhabbetler, anlatılan öykü ve fıkralar bir kez daha aklımdan geçiyor, yüreğimde kırmızı bir çiçek büyüyor, insanlar arasında bulunmanın, birey olmanın önemi bir kez daha kafama dank ediyordu. Hiçbirimiz çok harçlıkla okula gelen öğrenciler değildik ama kendi aramızda mutlu olmadığımız da söylenemezdi. Harçlıklarımızı bölüştüğümüz bile olurdu.  Okul günlerimi anımsayarak dalar giderdim. Gündüzlerim dersle, öğrencilerle doluyor, arada bir uğrayan velilerimle sohbet ediyor, fazla sıkılacak zaman bulamıyordum, ancak yalnız çalışan bir öğretmen olarak akşamlarım hep yalnız geçiyordu. Yalnızlık kader gibi biniyordu sırtıma, ya da yapışıyordu yakama. Burada, dersler bittikten sonra alışkanlık halinde yaptığım şeyler çok sınırlıydı. Çokça kitap ve kasabaya bir gün veya iki üç gün geç gelen gazetelerin okuyamadığım makalelerini okuyor, uykum gelince de yatağıma girip lambayı söndürüyor, uykuya dalıyordum. Köylülerim gazete alışkanlığımı bilirlerdi, hangisi kasabaya gidecek olsa bana haber vermeden de gazetemi getirirlerdi. Ücretini almak istemezlerdi, ancak ben “Beni mahcup etme.” der ceplerine koyardım. Sobanın üstünde sürekli bulunan ibrikte su ısınıyor, ısınan suyla çoraplarımı ve ayaklarımı yıkıyorum.  Ayaklarım kokmaz, fazla da terlemem. Ancak toprak yolda, bahçede dolaştıkça çoraplarım ve ayakkabılarım toz içinde kalıyor ve sık yıkamam gerekiyor. En azında haftada bir kez olsun yıkanmaya özen gösteriyordum. Bitlenmeye, pirelenmeye karşı en etkili yöntem olduğuna inanıyordum. Neyse ki bitlenmedim.

Dereden balık toplandığını duydum ya, durur muyum, kanalın ayrıldığı yerin doldurulacağını, suyun kesileceğini bana da haber verir oldu komşular, onlarla birlikte ben de balık toplamaya, köylüler kanalı tıkadıkça kendime balık ziyafeti çekmeye başladım. Kanalın suyunu keserek balık avlamak ilk kez duyduğum bir yöntemdi. O köyde kaldığım sürece işe yaradı, benim de öğlen veya akşam yemeğim hazır oldu. Bu iş çok hoşuma gitmişti. Hafta sonları, kasabaya kadar yürümeyi göze almaz, köyde kalmaya karar verirsem kahvaltımı geç yapıyor, akşama kadar başka bir şey yemiyordum. Anlayacağınız hafta sonları öğünü ikiye düşürmüştüm.

Birkaç gün sonra Hasan okula uğradığında balık konusu tekrar açıldı. Hasan “Ohoo hocam, senin daha köyün altında ırmağın büküldüğü, derin bir girdap oluşturduğu yerden haberin yok. Seni bu cumartesi oraya götüreyim, biz eskiden oradan çok balık çekerdik. Şimdilerde pek gitmiyoruz.” “Tamam Hasan, cumartesi kahvaltıdan sonra gidelim.” Hasan cumartesi sabah geldi. Köyün altına, ırmağa giden yolda ilerliyoruz, Hasan anlatıyor. “Bu yer çok derin hocam, birazdan göreceksin. Burada öyle büyük balıklar var ki görsen korkarsın. Bütün köylü fırsat buldukça burada balık avlardık. Bir gün kasabadan biri geldi, siz buraya dinamit atın, balıkları toplaya toplaya bitiremezsiniz, dedi. İnanmadık. Bizim Hüseyin amcanın oğlu Fevzi kasabanın öte tarafındaki taş ocağına kadar gitmiş, durumu anlatmış, Fevziye iki tane dinamit lokumu vermişler, nasıl ateşleneceğini de öğretmişler. Fevzi” Gelin hep beraber gidip dinamit atalım.” diye bizi topladı. Kalktık, gittik. Biz seyrediyoruz, Fevzi ”Uzağa gidin, yere yatın, kafanıza taş maş gelmesin, sakat kalırsınız.” diye uyardı. Sakatlık ne kelime! Taş gelse şarapnel yemiş gibi düşer kalırız, ağzımızdan tek sözcük çıkmadan. Hepimiz düşmana karşı sipere yatar gibi uzandık biraz uzağa, kaya bulan kafasını kayanın arkasına sakladı, bulamayan iyice toprağa yasladı. Fevzi “Atıyorum.” diye bağırdı, bağırmasıyla birlikte o da gözüne kestirdiği bir kayanın arkasına saklandı. Dinamit öyle bir gürültüyle patladı ki ödümüz kopayazdı. Sanki Çanakkale savaşındayız da düşman gülleleri patlamış. Patlamanın ardından ırmağın kenarına su sıçradı, yakında olan komşular ıslandı. Gözümüzü açıp da ne görelim? Kocaman bir deniz canavarı. Benim boyumdan da büyük, ağzı bir açılıp bir kapanıyor. Kırmızı, koskoca bir şey, gözleri pörtlek pörtlek. O ağzı bir görmeliydin hocam, adamın kafasını lüp diye yutacak kadar büyük. Hepimiz korkup kaçtık. Balık malık da toplayamadık. Ben de çok korkmuştum. Buraya günlerce uğrayamadık.” “Deme Hasan, ırmakta canavar manavar olmaz.” “Yok hocam, senin bildiğin gibi değil, koskocaman bir canavar.” Neden sonra olay kasabada anlatılmış, bunu duyan kaymakam veteriner hekimi göndermiş, çıkanın azman bir yayın olduğunu söylemiş, ama köylüler gene de buraya uğramaz olmuşlar, geçmeleri gerektiğinde çekinerek geçerlermiş. Hasan anlattı, ben ilgiyle dinledim, çok sürmedi dinamit atılan noktaya ulaştık. Gerçekten nehir burada sağa bükülüyor, sonra sola dönüyor, büküldüğü yerde girdap oluşturuyor, suyun yavaş, derinden dönüşü gözle görülüyor. Adeta küçük bir göl oluşturmuş, düşeni içine çeken, tehlikeli bir göl. “Aman hocam, sakın burada suya gireyim deme, girdap seni yutar. Balık avlayacaksan, at oltanı, bekle, ayağını dahi sokma. İlla suya girmek istersen, ya yukarıya doğru yürü ya da biraz aşağıya git, aşağıda ırmak sığdır. Sakın buradan girme.” “Olur, Hasan, girmem.” Uyarıyı unutmuyor, suya girmiyorum.

Okulumun, bitişiğindeki küçük odamın duvarına, komşularımın evlerinin temel taşları üzerinde yükselen kerpiç duvarlara yoksulluk ve umarsızlık işlemiş. Hangi duvara gözüm gitse insanın içini burkan gerçek bana bakıyor. Rüzgâr vurdukça toprak sıva dökülüyor, dökülen sıva değil ömrümüz. İnsanlığımız dökülüyor. Tarla desen, yeterli tarla yok. Bahçeleri mevsimlik, yetiştirdikleri sebze sınırlı, onu da pazarda satmanın peşindeler. Kocaları bahar deyince iş umuduyla kente, orada iş bulamazsa başkente gidiyor. Ameleliğe giden kadınlar üçerli, dörderli gruplar halinde dağ taş dolanıp kuzukulağı, yemlik, kuşkuş topluyor, kuru bulgur pilavının yanına yeşillik olsun diye koyuyor. Koyunu, keçisi, ineği olanlar varsıl sayılıyor. Evde süt, yoğurt olması çok önemli, özellikle çocukların beslenmeleri ve gelişmeleri için çok önemli. Annelerin de farkında olduklarını sanıyorum. Kışa doğru birer oğlak alıp kesenler, kavurma yapıp küpe basanlar da var. Besleyebildiyse arada bir tavuk pişiriyor, çocuklar, tavuk, kavurma derken et yüzü görüyor. Bu köy, bu insanlar hep böyle mi kalacak, yaşam hiç değişmeyecek mi? Düzenli bir işleri ve gelirleri, daha derli toplu evleri, daha işlevsel okulları, doğru dürüst beslenmeleri, üstlerinden dökülen giysileri yerine, yeni, temiz giysileri olmayacak mı? Buna yazgı denilebilir mi?

Hasan’ın gösterdiği noktaya her defasında daha büyük bir heyecanla birkaç kez gittim, balık avladığım da oldu, eli boş döndüğüm de. Bir keresinde oturmuş oltanın başında beklerken tıslayarak bir yılan geçti. Soluğum tutuldu, kıpırdayamadım, dönüp sokarsa diye ödüm patladı. Neyse ki biraz uzağımdan sürünerek geçip gitti. Ya beni görmedi ya da beni sokmaya değer bulmadı. Aynı gün oltama bir kaplumbağa takıldı. Yolunu şaşırmış kaplumbağa girdaba düşmüş, çıkamıyor. Benim olta bir işe yaradı, kaplumbağayı oltadan alıp salıverdim. Kasabaya gidemediğim günler, hava iyi olursa buraya geliyor, uzun uzun hayallere dalıyor, öğrencilik yıllarımın coşkusunu, arkadaşlarımla yaptığımız sohbetleri, kafa yorduğumuz veya tartıştığımız konuları tekrar aklımdan geçiriyor, yaptığım hataları fark ediyor, bir kere daha yapmayacağıma söz veriyor, balık avlamaya çalışıyorum. Gökyüzünün ve doğanın sadece bana ait olduğunu düşündüren ıssızlıkta balık beklemek iyi geliyor. Bugün ne yapsam düşüncesi uzaklaşıyor, bir beklenti, bir hedef oluşuyor.

(1972, Bahar. Gerçek bir öykü. Adlar kurgu.)

(Mart 2020, Ankara)

Sayfa : 22