Naftalin Kokusu   Bensu Balioğlu

Şubattı. Dışarının soğuğu insanı iliklerine değin donduruyordu. O sabah yine erkenden uyanmıştık. ‘’Bir çay koyayım da içimiz ısınsın’’ diyerek beni sedirden yaptığımız yer yatağında tek başına bırakan annem göz ucuyla da yan odayı yokluyordu. Aysel teyzem naftalin kokulu beyaz çarşafın içinde kömür karası saçlarıyla melek gibi uyuyordu. ‘’Allah biliyor da bizim başımıza bu belayı veriyor’’ dedi annem, mutfakta gazı bitmek üzere olan ocağı can havliyle ateşlemeye çalışırken. Sahi, Allah gerçekten bizi bilerek mi sınıyordu? Önce babamın ortadan yok oluşu, sonra teyzemin bu hastalığı... Annem iki çocukla ortada kalmıştı. Utana sıkıla döndüğü babaevinde de dertleri peşini bırakmıyordu. Elden ayaktan düşen ablasına bakmak elbette gencecik yaşında dul kalan Hülya’nın boynunun borcuydu. Öyle demişti dedem bizi evine kabul ederken. Aysel teyzem evin en küçük odasında yaşıyordu. Tabii buna yaşamak denirse... Oda; basık ve havasızdı. Zemindeki mozaik taş kaplamaları dedemin zamanında Mardin’den getirttiği, üzerinde sarı kırmızılı şekiller bulunan el dokuması halılarla örtülmüştü. Odaya girer girmez dikkat çeken sedirin tam üzerinde Arapça yazılı Âl-i İmran suresi asılıydı. Yıkanmaktan uçlarında yer yer delikler oluşan dantelli beyaz perdenin kenarlarından güneş ışığı doluyordu odaya. Annem evlenirken çeyizinin en nadide parçası olan bu Fransız güpür perdeleri boşanırken de yanından ayırmamıştı. Kim bilir belki de baktıkça babamla geçen birkaç güzel günü anımsıyordu bu perdeler. En son gelen doktor odayı sık sık havalandırın diye tembihlemesine rağmen annem kenar boyaları dökülmüş, kolu neredeyse elimizde kalacak olan pencereleri inatla açmıyordu. ‘’Mazallah üşütür de günde üç posta altını değiştirmek zorunda kalırım’’ diyerek savunuyordu kendini annem. Haklıydı da bir bakıma. İnsan eti ağırdır demişler. Hele ki henüz kırkında bir kadın için bu yükün dayanılacak tarafı kalmamıştı. Kimi geceler oluyor Aysel teyzem sanki boğazına yapışmışız gibi inlemeye başlıyordu. O geceler yatağın içinde daha da derine girmek, kat kat örtülmüş yünlü yorganların arasından kaybolup gitmek istiyordum. Bir yandan ellerimle kulaklarımı kapatmaya çalışıyor diğer yandan ağzımla tekerlemeler yuvarlıyordum. Sanki o sesleri duymasam bu acıların yaşandığını bilmeyecekmişim gibi... Annem ise teyzemin başında sabahı zor ediyordu. ‘’Allah alsa da canını sen de biz de kurtulsak’’diyerek az geceler geçirmedi annem. Aysel teyzem de adeta söylenenleri anlıyormuş gibi annemin her bedduasında zayıflıktan kemikleri görünen kollarıyla yatağın korkuluklarına daha sert vuruyordu. Bu durum annemi daha da çileden çıkarıyor, teyzem vurdukça o da gözyaşlarına hakim olamıyordu. Aysel teyzem dört kız kardeşin en büyüğüydü. Kömür karası saçları, mermer gibi bembeyaz teni, neredeyse kaşlarına değecek ok gibi kirpikleriyle annem onun, gençliğinde Ses dergisine kapak olan Türkan Şoray’a benzediğini söylerdi. ‘’Bakma şimdi böyle yattığına mahalleye bir adım attı mı benim diyen erkeği bile kendine hayran bırakırdı.’’ Yatağın yanında duran küçük sehpanın üzerindeki çerçeveli, siyah beyaz fotoğraf olmasa teyzemin bir zamanlar bizim gibi sağlıklı olduğuna asla inanmazdım. İnsan senelerce yatalak gördüğü birini nasıl sapasağlam hayal edebilirdi ki? ‘’Belki bir gün yine geçer mahalleden’’ diyerek cevap verebildim anneme, söylediğime kendim bile inanmamıştım oysa. Ama anneme bir cevap vermem lazımdı, sessizlik bu evde asla hoş karşılanmazdı. Ne zaman bir sessizlik olsa Aysel teyzemin yakarışları ortamı adeta kurşun gibi delip geçerdi. O yüzden susmamalıydım. Susarsam sanki teyzem daha büyük bir çığlık atarak konuşacaktı. Yine bir akşam mutfak masasının başında çayımızı içerken teyzem benzerine daha önce rastlamadığımız bir ağlama krizi geçirmeye başladı. Kadıncağız elini kolunu kontrolsüzce savuruyor, ağzından dökülen salyalarla adeta bize bir şeyler anlatmak istiyordu. ‘’Canı çıkasıca, yine Selim geldi demek ki aklına’’ dedi annem. Selim’in kim olduğunu, Aysel teyzemin ondan sonra nasıl yemeden içmeden kesildiğini, doktorların bir türlü teşhis koyamadığı bu hastalığın bir aileyi ne denli darmaduman ettiğini o gece öğrendim. Küçük sehpanın üzerindeki fotoğrafın sağ kenarındaki yanık kısmın sebebi de şimdi anlaşılmıştı. Teyzem gençliğinin baharında kalbini evli ve üç çocuklu bir adama kaptırmıştı. Annemler ne dedilerse, ne kadar dil döktülerse geri döndürememişlerdi Aysel’i. Ha bugün ha yarın ayrılıyorum diyerek senelerce oyalamıştı Selim teyzemi. Eşini de sevgilisini de bir güzel idare etmişti. Zavallı Aysel gerçekten inanmıştı bir gün beraber olacaklarına. Ta ki elinde iki yaşında çocuğuyla karısı annemlerin kapısına dayanana kadar. Annem daha dün gibi hatırlıyor o günü. ‘’Bir gün mezar taşına ablamın ölüm tarihini yazacak olsak o Haziran gününü söylerdim’’ diyor annem her anlatışında. Aysel teyzem elinde çocukla kadını karşısında görünce utancından yerin dibine girmiş, günlerce ağzına tek bir damla su bile sürmemiş. Ne olduysa ondan sonra olmuş zaten. Önce işe gitmemeler başlamış sonra bir odada geceler boyu ağlamalar... Selim de seviyormuş herhalde ki kaç gün kaç gece bizim evin kapısını beklemiş. Aysel çıkar da anlatırım olanları diye. Olan olduktan sonra anlatsa ne fayda... Yuva üstüne yuva kurulmaz diyerek Selim’in adını bir daha anmamış teyzem. Başta annemler sevinmişler, kız unuttu hayatına yeni bir sayfa açacak diye düşünmüşler. Ama sonra Aysel teyzemde bir gariplik olduğunu fark etmişler. ‘’Kaç doktor kaç hastane gezdik hatırlamıyorum’’ diyor annem. Bir tek ‘’ bu hastalık çok hızlı ilerler, her şeye hazırlıklı olun’’ denildiğini anımsıyor. Zaten sonrası ortada. Kendimi bildim bileli keskin bir sidik kokusu içinde kalan o odada yatıyor teyzem. Nefes almak dışında neredeyse hiçbir hayati fonsiyonu bulunmuyor. Kimi zaman gözleri bir şeyler anlatmak istiyor gibi pek bir manalı bakıyor. O zamanlarda beni anlamasını istermişçesine ...

Copyrights © 2019 - 2024 Assos bilişim

Bulut yazar dergisi